19 Temmuz 2024 Cuma

Vatandaşlık geliri üzerine: Nevzat Evrim Önal'ın çağrısına cevap

Nevzat Evrim Önal, Sol haber sitesinde ‘evrensel gelir’, ‘temel gelir’, ‘vatandaşlık geliri’ gibi farklı isimlerle anılan uygulamaya dair Marksist pencereden bütüncül ve eleştirel bir yazı yazdı. Sadece alt gelir gruplarına ödendiğini sanması üzerine gelirine bakılmaksızın tüm yurttaşlara ödendiğini hatırlatmam nedeniyle bloklayan Uğur Gürses’in mutlaka okuması gereken bir yazı. Önemli ölçüde katıldığım yazısını Keynesyen, post-Keynesyen iktisatçılara bir çağrı ile bitirdiğinden çağrıya cevap niteliğindeki bu yazıyı yazmak istedim.

Ben evrensel gelir uygulamasına aşağıdaki saiklerle karşıyım:

1-          Bill Gates’e, Ali Sabancı’ya, Elon Musk’a aylık düzenli bir para verilmesinin anlamı yok. Zenginlerin harcama eğilimi düşük, tasarruf eğilimleri yüksek olduğundan bu aldıkları parayı finansal yatırımlarına ekleyeceklerdir, harcayıp ekonominin canlanmasına katkı sunmayacaklardır.

2-          O nedenle, işsizlik maaşının artırılması, süresinin uzatılması, şartlarının ve kapsamının genişletilmesi çok daha anlamlı ve işçilerin pazarlık güçlerine çok daha büyük katkı sunar. Çünkü nihayetinde pazarlık gücü, anlaşmaya varmadığınız durumda maruz kalacağınız maliyet ve ayakta kalma kapasiteniz ile ilgili. İşinizi kaybettiğinizde ücreti ve çalışma koşullarıyla düzgün ve tatmin edici bir iş bulabileceğiniz süre kadar ve o sürede yaşam koşullarınızı koruyabileceğiniz kadar ödenecek bir işsizlik maaşı, halihazırda çalıştığınız işyerinde ücretinizi ve çalışma koşullarınızın iyileştirilmesi yönündeki taleplerinizi seslendirmek yönünde sizi cesaretlendirir. Türkiye’de ve ABD’de işsizlik maaşı kısa süreli ve az ödendiğinden işçiler çalışma ve yaşam koşullarını kötüleştiren koşullara boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Kamu istihdamının ve kamu yatırımlarının artırılıp işsizliği sıfırlamak yönünde tasarlanması, özel sektördeki işçilerin pazarlık güçlerini ve ücretlerini destekleyici olacaktır. (Özelleştirmelerin verimliliği artıracağı iddiasının palavra olduğu da son 40 yılda deneyimlendi, verilerle ortaya kondu.)

3-          Vatandaşlık hakkı, vatandaşlık gelirinden ziyade, Nevzat Bey’in de vurguladığı üzere, temel hak olan sağlık, eğitim, barınma, ulaşım gibi hizmetlerin ücretsiz kılınmasını gerektirir. Bu temel ihtiyaçlar fiyatları arttığı sürece istediğiniz kadar vatandaşlık geliri ödeyin, yine vatandaş değil müşteri konumunda olacaksınız ve vatandaşlık gelirinin bu hizmetlerin artacak olan ücretini karşılamaya yeteceğinin garantisi de yok. Ki artırılması talep edildiğinde holdinglerin vergi borçlanmasına ses etmeyen neoliberal şarlatanlar enflasyona, faiz artışına sebep olur, bütçe disiplini bozulur diye feveran edip toplumu susturmak üzere ekranlara çıkacaklar.

Nevzat Bey’in post-Keynesyen iktisatçılara çağrısına dönecek olursam;

“2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyada Keynesçi politikalarının uygulandığı otuz yıl, ancak kapitalist düzenin kendisinden daha eşitlikçi bir düzen tarafından tehdit edilmesi durumunda tekrarlanabilecek bir dönemdir. Ortada böyle bir tehdit yokken bu tehdidi yaratmaya çalışmaktansa o döneme bir asrı saadet muamelesi yapıp benzer uygulamalar önermek, ağaç yokken meyveyi istemek oluyor.”

İlk cümleye katılıyorum. Sosyalist ve sendikal hareketler güçlüyken ve dünya sisteminde bir sosyalist alternatif varken Batı kapitalizmi işçilerini razı etmek ve cezbetmek için tavizler verdi; eğitim, sağlık, ulaşım gibi hizmetleri ücretsiz kılarak sınıf atlama imkanları sundu. Sovyetlerin çöküşü ve sosyalist hareketlerin zayıflamasıyla bu tavizleri verme gereği duymadı, eğitim yoluyla sınıf atlama imkanı da özel üniversitelerin burslu kontenjanlarına kadar daraltıldı. İngiliz ekonomi sosyoloğu Bob Jessop bunu tek ulus’tan ikili ulus’a geçiş olarak tasvir ediyor: Sosyal refah devleti döneminde tüm ulusa bu imkanlar sunulurken, neoliberal dönemde ulus ikiye bölünüp küçük bir azınlığa sunulur oldu ve başaran küçük azınlık başaramayanlara gösterilerek “Bak o mor inek başardı, sen başaramadın. Sen de farklı olsaydın, çok çalışsaydın sen de başarılı olurdun” denilmekte.

Yukarıda alıntıladığım paragrafın ikinci cümlesine dair ise Keynesyen ve Keynes ile Marx arasında bir sentez arayışı olan ve yakın durduğum post-Keynesyen yaklaşımın, Marksizm gibi bir ideoloji olmadığını, sadece Makroekonomi’ye dair bir çerçeve sunmaya çalıştığını söylebilirim. Yani post-Keynesyen yaklaşım, Marksizm gibi, tarihe, psikolojiye, sosyolojiye, antropolojiye, devlete, siyasete dair kendi içinde tutarlı olmaya çalışan ve her şeyi açıklamaya çalışma çabası içinde olan bir ideoloji değil. Sadece işsizlik, enflasyon, kamu bütçesi, faiz, yatırım, cari açık gibi makroekonomik fenomenler arasındaki ilişkileri anlamaya ve verili koşullar içinde sosyal refahın nasıl adil bölüşülüp artırılabileceğine dair politikalar öneren ‘mütevazı’ bir çaba. Dolayısıyla bakış açısı ve imkanları kısıtlıdır. Ama her post-Keynesyen iktisatçının kendi meşrebince bir devlet, toplum, sosyoloji anlayışı ve varsayımları var. Milliyetçi post-Keynesyenler de var, liberal devlet anlayışına yakın olanlar da. Küreselleşmeyi dönüştürmekten, demokratikleştirmekten yana olanlar da var, küreselleşmeye karşı olanlar da.

Bu noktada şunu sıkça vurguladığımı da hatırlatmalıyım: Kamu istihdamını ve kamu yatırımlarını ekonomiyi istikrara kavuşturması ve eşitsizliği, yoksulluğu, işsizliği azaltması için öneriyoruz fakat Türkiye pratiğine baktığımızda bu enstrümanlar tam tersi yönde kullanılıyor. Örneğin Prof. Erol Katırcıoğlu, 1991’de DYP-SHP koalisyonunda Başbakan Erdal İnönü’nün ekonomi danışmanlığını yaparken, KİT’lerin hammadde ve girdileri maliyetlerinin altında holdinglere satıp holdinglerin aşırı kar yapmalarına imkan sağlarken, oluşan görev zararını artan bütçe açığı üzerinden vergi olarak yurttaşlara bindirildiğini tespit etti ve “Bana kalsa KİT’leri bedava satarım” dedi. Bir diğer örnek, AKP dönemindeki çifte maaaşlar ve hem AKP döneminde hem de öncesinde yeterince erk sahibi olan koalisyon ortağı partilerin kamu kurumlarına yandaşlarını doldurması durumu. Her iki örnek de kamu yatırımı ve kamu istihdamının eşitsizliği artırıcı etki gösterdiği durumlar. Dolayısıyla demokratikleşmiş ve karar alma süreçleri adem-i merkezileşmiş (yerelleşmiş), iktidarın parçalandığı bir devlet gerekiyor bu önerilerin hedeflediği sonuçları üretmesi için. Ama devletin demokratikleşmesi, nasıl demokratikleştirileceği tartışması post-Keynesyen iktisadın haddini ve sınırlarını aşıyor. Her post-Keynesyen iktisatçı, kendi demokrasi algısına ve ülkesine göre bir siyasi pozisyon alabiliyor.

Nevzat Bey, yazısının sonunda şunları söylüyor:

“Talep edilmesi gereken, insanlığın mevcut gelişkinlik düzeyine göre belirlenecek temel ihtiyaçların bedelsiz karşılanmasının bir yurttaşlık hakkı olarak tanınması ve bunların karşılanmasının devletin temel sorumluluğu haline getirilmesidir.”

O zaman şu soru gündeme gelir:

Kamu istihdamı ve yatırımları yoluyla istihdamın ve ücretlerin artırılması gibi Keynesyen sosyal refah politikalarının uygulanmasını mümkün kılacak bir “daha eşitlikçi bir düzen tarafından tehdit edilmesi durumu” yok ise, temel ihtiyaçların karşılanmasını yurttaşlık hakkı olarak devletin sorumluluğu haline getirmek niye mümkün olsun?

İlki mümkün değilse, ikincisi de pek ala mümkün değildir?

Fakat benim daha çok mesele ettiğim, devrimi ya da dünyanın herhangi bir yerinde yine kapitalizme alternatif olarak tehdit olabilecek sosyalist bir rejimin kurulmasını beklemek zorunda mıyız sosyal refah politikalarını uygulamak ve uygulanmasını talep etmek için?

Ya da bu politikaların uygulanması gerçekten devrim ihtimalini bertaraf mı ediyor? Devrim için illa işçi sınıfının sürünmesi mi gerekiyor? Ben pek emin değilim.

Ben kendi adıma, şimdi insanların hayat şartları nasıl iyileştirilebilir sorusunun ve siyasetinin ve dayatılan yoksulluğun bilimsel bir temeli olmadığının ifşasının peşindeyim.

1 Temmuz 2024 Pazartesi

Özgür Özel’in bölgesel ve sektörel asgari ücret önerisine dair

Yıllardır faiz artsın ki yabancı gelsin, aşırı talep var kısılmalı, asgari ücret artarsa enflasyon daha çok artar alım gücü düşer diyip ve Mehmet Şimşek’e 'vatan meselesi' kisvesi altında destek kampanyaları düzenleyip geçtiğimiz hafta asgari ücret artışından yana beyanlarda bulunan, temel hedefi enflasyonu talep ve ücret kaynaklı gösterip emeği baskılamak ve tekelleşmeyi, finansallaşmayı artırmak olan enflasyon hedeflemesi uygulamasını savunagelmiş Özgür Demirtaş, Selva Demiralp ve hukukun üstünlüğünü gelsinler diye istediği yabancı sermayenin kazanacağı faiz gelirini eleştirmeye başlayan, aşırı karların enflasyona katkısını gizlemek için “firmalar gelecekteki maliyet artışlarını fiyatlarına yansıtıyor” dedikten 6 ay sonra açgözlülük enflasyonunu kendi bulmuş gibi poz veren Mahfi Eğilmez’in desteklerken apolitik ve politika üstü, objektif konumlarını yitirmedikleri partileri CHP’nin Genel Başkanı Özgür Özel “geçim yoksa secim var” sloganıyla miting düzenledikten 1 gün sonra bölgesel ve sektörel asgari ücret önerdi.

Tutarlılığın, tefekkürün, kendine dışarıdan bakmanın norm olmaktan çıktığı bu tuhaf zamanlarda bu tür karakterlerin aktörleşmesinin analizini sosyal-psikologlara bırakıp bölgesel ve sektörel asgari ücret uygulamasının olası sonuçlarını tartışalım.

Her ne kadar CHP’nin 2023 genel seçimlerini kaybetmesine sebep olan anaakım iktisatçıların kemer sıkma önerilerine mesafe alıp yerel seçimleri kazanmasına vesile olan Prof. Dr. Yalçın Karatepe’nin bakışını tam yansıtmasa da, Özgür Özel’in bu önerisi ücretlere sadece maliyet olarak bakan anaakım yaklaşımdan neşet ediyor.

Bu tüm derdi sömürüyü bilimsel kılıf uydurarak aklamak olan anaakım yaklaşıma göre işsizliğin de enflasyonun da müsebbibi, ücretlerinin düşürülmesini kabul etmeyen isçilerdir. Ücretler düşürülürse firmaların daha çok isçi alacaklarını sanacak kadar gerçekçi olan bu teoriye itimat eden iktisatçılar, talebin her artışının fiyat artışıyla karşılık bulduğunu zannediyorlar. Oysa satışlar artmadığı sürece firmalar aynı sayıdaki işçiye daha düşük ücret ödeyerek karlarını artırmayı düşünürler, sırf ücretler düştü diye extra işçi alımına gitmezler- ki ücretler düştüğünde satışlar da düşer ve işçi çıkarırlar çünkü talebin temel kaynağı ücretlerdir. Stoklanamayan ve hemen yeniden üretilemeyen ürünlerde ve arz kısıntısı durumlarında talebin artması fiyatların artmasını tetikler, diğer durumlarda ve yeterince rekabet ve atıl kapasite varsa, üretim artışını tetikler.

Bir firmanın işçisinin başka bir firmanın müşterisi olduğunu, bir firmanın ücret maliyetlerinin diğer firmaların hasılat kaynağı olduğu gerçeğini hatırlayıp ekonominin tek bir firma ve tek bir üründen müteşekkil statik bir yapı değil, finansal akışların olduğu dinamik bir döngü olduğunu kavradığınızda asgari ücreti düşük tutmanın, bölgelere veya sektörlere göre ayrıştırmanın anaakım teorinin beklediği sonuçları üretmeyeceği de berraklaşır.

Bu uygulamanın olası sonuçlarını şöyle sıralayabiliriz:

1. Asgari ücreti bir veya birkaç bölgede ve sektörde düşük tutmak, bu bölgelerde ve sektörlerde çalışan işçilerin alım güçlerini, tüketim harcamalarını baskılayacağından, onların satın aldıkları ürünleri üreten diğer sektörlerdeki ve bölgelerdeki firmaların hasılatlarını düşürür. Düşen hasılatlardan dolayı artırılamayacak olan üretim işsizliği artırarak, işçilerin asgari ücretin yüksek olduğu sektörlere ve bölgelere yönelmesini boşa çıkarır çünkü bu yönelinen bölgelerdeki ve sektörlerdeki ücretleri baskılayarak asgari ücreti düşük tutulan sektörlere ve bölgelerdeki ücretlere yakınsatır ve hedeflenen sonuca varılmamış olunur.

2. Düşük tutulan ücretler ve alım gücü verimliliği baskılar, baskılanan verimlilik şimdiye değin olduğu üzere enflasyonu yukarı yönlü destekler.

3. Ücretlerin düşük tutulduğu bölge ve sektörlerdeki işçiler, yaşam standartlarını koruma saikiyle yapılan borçlanmayı ve bu nedenle finansal istikrarsızlığı daha da artırır.

4. Ülke ekonomisini, daha verimli üretim teknolojisine geçişi gereksiz kılarak hâlihazırda muzdarip olunan emek-yoğun üretime daha çok sabitler.

5. Firmalar sırf ücret maliyetleri görece düştüğü için fiyat indirimine gitmeyeceklerinden dolayı asgari ücretin düşük tutulduğu sektörlerdeki ve bölgelerdeki firmaların kar-marjı fiyatlaması yükselir, haksız rekabet avantajı yaratılır.

6. Eğer seçilecek sektörler ihracat yapan sektörler olursa, ihracat fiyat esnekliği ve rekabeti yüksek ürünlere yoğunlaştığından hâlihazırdaki ihracatın miktarını değil, ihracatçıların karlarını destekler.

7. Artan ücret eşitsizliği hâlihazırda zaten yüksek olan eşitsizliği daha da körükler.

8. ‘Eşit işe eşit ücret’ ilkesi ve adalet duygusu zedelenir.

Özetle bu öneri, ülkenin ihtiyacı olan eşitlikçi ve demokratik kalkınma perspektifinden mahrum olduğu gibi hedeflerini gerçekleştirme yetisinden bile yoksundur. İşsizliği ve enflasyonu düşürmek, tam tersine ücretleri yoksulluğu bertaraf edecek ve verimliliği artıracak kadar yükseltmekten geçiyor.