12 Mart 2024 Salı

Faiz artışlarına rağmen kur ve enflasyon neden düşmedi? Yeni açıklama: Portföy etkisi

Seçimden önce Nisan 2023’te artıgerçek için kaleme aldığım “Seçimden sonra Türkiye ekonomisi” başlıklı yazımda Fed faiz artırırken faiz artırarak Türkiye'ye finansal yabancı sermayenin çekilemeyeceğini yazmıştım. Öncesinde ve sonrasında da sıkça, ülkenin kur-faiz sarmalına sokulacağını ifade ettim.

Faiz Haziran 2023‘te artırılmaya başlandığında Dolar-TL kuru 22 düzeyindeydi. Bugün faiz 45’e getirildiği halde kur 32 düzeyinde. Hem paranın içselliği meselesini anlamadıkları için yanlış anlayıp karşı çıktıkları KKM’den çıkıldığı için hem de TCMB döviz rezervlerini restore etmek için piyasadan döviz topladığı için ve yabancı sermaye de beklediklerinin aksine gelmediği için hem kur hem faiz yükseldi.

Bunu sadece bir beceriksizlik olarak okumak mümkün mü?

Sanmam…

1980 sonrası neoliberal dönemin iktisat politikası, özellikle de merkez bankacılığı, tekelleşmeyi ve finanşallasmayı beslemeyi hedefliyor. Bunu daha önce yazdım. Özetle: Faizi artırırken bilançosu kırılgan küçük-orta ölçekli firmaları iflasa sürükleyerek ve faizi düşürürken de varlık balonları yoluyla şirket satın almalarını ve şirket evliliklerini tetiklemekle tekelleşme artırılıyor. Faiz değişiklikleri sayesinde finansal spekülasyonlara meydan vererek de finansallaşma besleniyor. Ayrıca hem kuru hem faizi artırarak Türk lirasını ve Türk tahvillerinin fiyatlarını dip yaptırmak suretiyle küresel finans sermasine çifte kar maksimizasyonu imkanı sağlamak amaçlanıyor.

Bu faiz artışlarına rağmen kurun düşmemesi durumu sadece Türkiye için değil, Arjantin ve Güney Afrika için de geçerli.


Şimdi bu kadar sert faiz artışlarına rağmen neden kurun düşmediğine yeni bir açıklama getirmek istiyorum.

Uluslararası finansal şirketlerin portföylerinde çok daha büyük miktarda, trilyon dolar düzeyinde ABD tahvili var. Zira ABD Hazinesi de faizleri kontrol etmek için yüksek miktarda tahvil ihraç ediyor: Kamu borcu, GSMH’nin %130’u kadar. Türk devletinin tahvilleri uluslarası finansal şirketlerin portföylerinde bu kadar yüksek bir paya sahip değil ve piyasada ABD tahvili kadar Türk tahvili de yok zaten.

Hal bu iken, Fed‘in politika faizini %1 kadar arttıracağı beklendiğinde, böyle bir beklenti yaratıldığında, 100 milyon Dolar kadar ABD tahvili alan yatırımcı, 1 milyon Dolar getiri elde eder.

TCMB politika faizini %5’ten %55’e, %50 kadar, yükselteceği sinyali verdiğinde portföyüne 100 bin TL kadar Türk tahvili alan yatırımcı ise 50 bin TL kazanacak.

100 milyon Dolar nerede, 50 bin TL nerede?

Yani kar olarak yüzdelik oran değil, miktar belirleyici…

O nedenle yabancı yatırımcı, Fed faiz indirmeye başladığında gelişmekte olan ülkelere akar ancak. Çünkü düşük faiz hem spekülatif borçlanmayı (=var olan finansal varlıklardaki pozisyonları finanse etmek üzere borçlanmak) tetikleyecektir hem de faiz indirildiğinde fiyatı artacak olan elindeki ABD tahvillerini satarak karını realize edecektir.

Bunları düşünmeden, bilmeden “faiz artışı lazım illa, faiz artışı” diyip duruyorlar. Üstelik en acil ve en etkili çözüm olarak sunuyorlar.

Sonra dedikleri olmayınca ve kur ve enflasyon düşmeyip artınca da, „faiz kademeli artırıldığı için kur düşmedi” (8 ayda %8’den %45’e yükseltildiği halde bunu diyebildiler), „yapısal reform yapılmadığı için kur düşmedi“ (sanki aslında emek piyasasının güvencesizleştirilmesi olan ve etkileri 5-10 yıl sonra görülecek olan yapısal reformlar faiz artışından önce yapılsaydı bu sefer de „geç kalınıyor faiz artışı için“ demeyeceklermiş gibi) şeklinde bahaneler uydurdular.

Bir diğer bahaneleri, reel mevduat faizleri pozitif olmadığı için enflasyonun düşmediği. Sanki “faiz artışları sayesinde enflasyonu düşürdüler” dedikleri ülkelerde reel mevduat faizleri pozitif idi ve o ülkelerde tasarruflar artmış gibi. Sanki tek tasarruf aracı mevduatmış, borsa yokmuş gibi. Sanki tasarruf edebilen üst gelir grubunun tasarruf kararlarında reel faizin bir rolü varmış gibi, utanmadan bunu yazabildiler.

Bahane uydurmaktaki performanları, hayranlık uyandırıcı. Faiz artışları ve enflasyonun temel belirleyicisi dedikleri ve liyakatlı MB kadroları tarafından yönetilir dedikleri enflasyon beklentileri enflasyonu düşüremeyince, bu sefer de bizzat faiz artışının sebep olduğu bütçe açığındaki artışı enflasyonun artışına sebep olarak gösterdiler ve “parasal sıkılaşma yetmez, mali sıkılaşma da gerekli” demeye başladılar.

Hem 2023 Ocak ayından 2024 Ocak ayına devletin faiz giderleri %467 artmış, giderlerdeki payı da %6'dan %15'e çıkmış olduğu halde ve faiz artışları hem ekonomik aktiviteyi daralttığı için hem de Türk devletinin vergi gelirinin büyük bir kaynağı olan ithalattan sağlanan vergileri düşürdüğü için bütçe açığı artmış olmasına rağmen; ve sanki aşırı bir kamu harcaması artışı varmış gibi, ve bütçe açığı ile yaratılan para, toplam para arzının hepi topu %2’si kadar değilmiş gibi bu önermeleri savunabildiler. Yoksulluğun artışını eleştirirken enflasyonu aşırı talebe bağlamaktaki abesliği görmeyecek kadar objektifler, bilimseller.

Biz heterodokslara isim vermeye cesaret edemeden yönelttikleri sorularında „kuru ve enflasyonu düşürmek için faiz artışı dışındaki acil hemen çözümünüz nedir?“ derken faizin etkisinin hemen görüleceğini söyleyip, yanıldıklarında ise "gecikme etkisi“ bahanesine sığınıyorlar. Fed faiz indirdikten sonra uluslarası finansal sermaye Türkiye dahil gelişmekte olan ülkelere ‚çifte kar‘ yapmak üzere akmaya başlayınca bunu faiz artışının başarısı diye sunmaktan da geri durmayacaklar. Meşrepleri bu çünkü..

 

7 Mart 2024 Perşembe

İnci Taneleri dizisi üzerine

Alanım olmasa da, biraz dikkatli bir izleyici olmamdan, biraz da sosyolojiden az da olsa anlıyor olmamdan cesaret alarak İnci Taneleri dizisi üzerine birkaç mütevazı laf etmek istiyorum. Sanat eleştirisine hakim olanların sert itirazlarını da davet ederek tabi…

“Bir dizi niye bu kadar tutuldu?”, “Seyirci dizide neye bağlandı bu kadar?” diye merak edip 7 bölümünü izledim. Tayyip Erdoğan’ın da farkında olup kurnazca kullandığı Türkiye toplumunun temel karın ağrısı olan Doğu-Batı (modern-geleneksel) gerilimini ya da bu gerilimi aşıp uzlaştırmayı işleyen diziler tutar genelde Türkiye’de: Asmalı Konak, Çocuklar Duymasın.

İnci Taneleri dizisinde bu gerilim yok. Çok gündem olan Dilber’in dansı da dizinin tutulmasını açıklayıcı değil elbette. Peki o zaman neye tutuldu Türkiye seyircisi?

Belki aşağıda kendimce yaptığım analiz pek de açıklayıcı değildir, alakasızdır. İnsanlar sadece dizi izlemek ve birşeylerin devamını merak etmek istiyorlar? Bilemiyorum…

Önce dizi ile ilgili birkaç eleştirel notumu paylaşayım çünkü oradan bağlayacağım asıl soruya:

1-         Cihan’ın Azem’in oğlu olduğu anlaşılmadan önceki bölümlerdeki sahneleri dizideki olay örgüsünden çok ayrık akıyor. Dizi içinde ayrı bir ada olarak bağlamsız, alakasız konumlanmış sanki? (Biraz dikkatliyseniz, “Azem’in aradığı oğlu olması gerekir bunun” diyorsunuz.) Azem’in özel ders verdiği evdeki çalışan hizmetli kızın abisi, Cihan’ın çetesinin cezaevindeki lideri. Ama birbirinden habersiz, entegre edilmemiş, sonradan “aaa öyle miymiş, ne büyük tesadüf” dedirtecek bağlantılar bunlar. Bazı filmlerde geçmişe sekmeli ve sembolik gizli göndermeler iyi yerleştirilebiliyor. Lübnan iç savaşını çok sarsıcı biçimde anlatan İçimdeki Yangın filmini ya da Gizli Yüz filmini bu konuda çok başarılı bulurum. Bu dizide böyle bir durum yok.

2-         Cihan babasından ortaokulda ayrılıyor. Yedinci bölümde buluştuğu kadın arkadaşına hayat hikayesini anlatırken o sırada 14 yasında olduğunu söylüyor. Ama hem Azem çocuklarının izini bulmasını istediği eski öğrencisi olan polis müdüründen Cihan’ın resmini aldığında hem de Cihan babasını gördüğünde sanki Cihan bebekken, 3-4 yasındayken ayrılmışlar gibi davranıyorlar. 14 yasında bir genç delikanlının yüzü oturmuştur, çok değişmemiştir ve babasını 10 yıl sonra hatırlamakta zorlanmaz.

3-         Azem dışındakilerin de bazı diyalogları Yılmaz Erdoğan’ın şiirlerine bulanmış durumda. Eğreti duruyor o nedenle bazı cümlelerin akışları (kuruluş biçimleri) ve tonlamaları.

4-         Otoriterlik-özgürlükçülük ikileminde boğuşuyor bana kalırsa Azem: 1960larda doğanların çoğunda gözlemliyorum bunu. Sosyalleştikleri 1980lerin baskıcı ortamının tortusu olabilir? (1970lerde doğanlarda ise genelde duygusallık-rasyonellik gerilimi görüyorum. Liberalizasyon ve arabeskin beraber gittiği, kentlileşme sancılarının galebe çaldığı 1990larda sosyalleştiklerinden olabilir?) İzzet’e, Dilber’e, Zerre’ye ve yakın arkadaşı Kasım’a karşı çok kibirli, tepeden bakıyor Azem. Aynı zamanda Piraye’nin abisine, ailesine bir ‘sınıf kini’ ile çatıyor. Bunu yaparken burjuvazinin, zenginlerin dünyasına dair algıyı tek yönlü ve abartılı ele alıyor. Verdiği mesaj şu temel olarak: Çok zenginler ama mutsuzlar ve boş, tatsız, yalnız, gergin bir hayatları var. Yedinci bölümde Azem, “bu büyük villalar falan iyi güzel de, tam ev değiller sanki? Ev ve işyeri arasında birşeyler” diyor.

İşte dizinin bana kalırsa Türkiye seyircisini kendine bağladığı ilk ve ikincisine nazaran daha az etkili olan nokta burası: Zenginlerin mutsuzluğunu görmenin zengin olmayanlara verdiği haz.

Azem’in Piraye’nin abisine kroseleri de bu duyguyu okşuyor. “Tamam biz fakiriz ama küçük evlerimizde, mahallelerimizde doğalız, delikanlıyız ve mutluyuz” hissi rahatlatıyor sanki izleyiciyi?

İzleyiciyi bana kalırsa en çok bağlayan nokta ise izleyicinin, olmak istemedikleri yerde olmak zorunda kalmış, yapmak istemedikleri evlilikleri ve işleri yapmak zorunda bırakılmış Türkiye- ama daha geniş anlamda Ortadoğu- insanının içinde kalmış uhdeleri dizinin gövdesinde görmesi: “Başka bir hayat mümkündü ama olmadı. Bütün bunları ben tercih etmedim” duygusunun Azem’i ve Dilber’i ve etraflarındaki yan karakterleri sarması. Altıncı bölümde, sevgili olup olmadıkları manasında “Biz neyiz?” diye soran Dilber’e Azem, “Birşeylerin kurbanıyız ama neyin kurbanıyız, bilmiyorum” diyor. Yine Türkiye ve Ortadoğu insanının sevdiği ve sarıldığı iki olgu devreye giriyor: Felek ve kader.

Özetle, Yılmaz Erdoğan aslında 2020leri kritik bir yerden yakalıyor:

1990lara kadar kenar mahalleye ve işçi sınıfına ait olan arabesk müzik ve futbol, nasıl bugün beyaz yakalı plaza çalışanı beyaz Türklerin eline geçirilip püritenleştiriliyorsa, Yılmaz Erdoğan da felek ve kader üzerine bina edilmiş arabeski modernleştirip püritenleştiriyor dizide. Yani dizinin tutulması, yine bir gerilime dayanıyor: Alkolsüz bira, kafeinsiz kahve gibi zararsız, estetize edilmiş arabesk…

Sırasıyla oyunculuklarını en çok beğendiklerim:

1-         Ayça- Ülkü Hilal Çiftçi

2-         Zahir- Mustafa Yıldıran

3-         Zerre- Orkuncan İzan

4-         Dilber- Hazar Ergüçlü

5-         Necmi- Onur Akbay

6-         Kamuran- Deniz Erdoğan