23 Nisan 2024 Salı

Devlet tüm kiracıların kirasını üstlenebilir mi? Öderse ne olur?

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in emeklilerin maaşlarını artırmamasını "Bunu yapmak için Türkiye’nin yurt dışından %50’den fazla bir faizle borçlanması gerekecekti. Böyle yaparsak, gelecek nesilleri de ipotek altına alacaktık. Buna izin veremezdik" şeklinde savunduğu 9 Nisan 2024’te basına yansıdı.

Söyledikleri baştan aşağı yanlış…

Herşeyden önce Türk devletinin TL ile yapacağı ödemeler için yurt dışından borçlanmasına gerek yok. Döviz cinsinden bile borçlansa şu anda bunun için ödeyeceği faiz %50 değil, %7 civarında.

Aslında kamu harcamasını finanse etmek için yurt içinden TL borçlanmasına da, vergi toplanmasına da gerek yok. Kamu harcaması yapıldığı anda, harcamayı finanse eden Hazine’nin bankası MB yoktan para yaratır. Bunu MB kendi sitesinde de söylüyor:

“Devletin gerek yurtiçi gerekse de yurtdışı tahsilat ve ödemeleri ve bütün Hazine işlemlerini ve her türlü para nakil ve havale işlemlerini gerçekleştirir.”

Bankaların Hazine’de hesabı yok ama bankaların da bankası olan MB’da hesabı vardır. Merkez Bankası, bankanın MB’daki ‘banka mevduatı’ hesabına para yazar (rezerv para aktarır), banka da bunun karşılığında paranın aktarılacağı kişinin veya firmanın mevduat hesabına para yazar. Eski Fed Başkanı Bernanke’nin deyimiyle sadece bir bilgisayar tuşu ile yoktan para yaratılır, vergi ile ödenmez. (“Ama ABD Doları uluslararası rezev para, o istediği kadar basabilir” diye itiraz ettiklerini sananlar artık şu basit gerçekleri kavrayıp sussunlar: i) Uluslararası rezerv para olması, sadece ithalat ödemelerini kendi para birimleriyle yapmasından kaynaklı kur riskine maruz olmama avantajı sağlar. ii) Para yoktan yaratılır derken, kimse sonsuz para basılsın demiyor, ki zaten bu imkansız ve para miktarının kısıtı paraya olan taleptir, sonsuz talep de yoktur. iii) “ABD para basıp enflasyonu dışarı ihraç ediyor” demeden önce bir zahmet, döviz kurunu ve enflasyonu düşürmek için ABD’nin bastığı Dolar’ın size gelmesi için çırpındığınızı hatırlayın.)

Vergi ödendiğinde, vergi yükümlülüğü ortadan kalktığından bir yükümlülük, bir borç sözleşmesi olan para da yok olur: Vergi ödeyen firmanın veya kişinin bankasındaki mevduat hesabından ilgili meblağ silinir, bankanın da MB’daki mevduat hesabından aynı miktarda rezerv para silinir. (Bankaya kredi borcunuzu ödediğinizde de para yok olur, çünkü kredi alırken para olarak yarattığınız borç sözleşmesi sonlanmıştır.).

O nedenle ‘Vergilerimiz nerede?” sorusu, anlamlı bir soru değildir. Vergi olarak ödediğiniz para, yok olmuştur.

Dolayısıyla kamu borcunun, kamu harcaması vergi gelirlerinin üzerine çıktığında ortaya çıkan bütçe açığını finanse etmek ile de bir ilgisi yoktur. Dünyanın hiçbir ülkesinde kamu borcu ile bütçe açığı denk değildir ve hatta Almanya'nın bütçe fazlası verdiği 2013-2019 yılları arasında yaptığı kamu borcunun GSYİH’ya oranı, bütçe açığı verdiği 2020 sonrasına nazaran daha yüksektir.

Kamu borcunun tek amacı, tahvil faizlerini kontrol etmektir: Daha fazla kısa vadeli borç ihraç edildiğinde kısa vadeli bonoların faizleri artar (bonoların fiyatları düşeceğinden faizleri artacaktır), daha fazla uzun vadeli tahvil ihraç ettiğinde de uzun vadeli tahvillerin faizi artacaktır. Faizleri indirmek isterlerse de MB tahvilleri satın alarak tahvillerin fiyatını artırır.

Vergi toplanmasının amacı da, para birimini ulusun ortak para birimi olarak kabul ettirmek, devletin sınıfsal tercihi yönünde yeniden bölüşüm ve alkol, tütün, lüks gibi bazı tüketim davranışlarını yönlendirmektir.

Devletler borçlarını aslında ödemediklerinden, vadesi gelen tahvili yeni tahvil ihraç ederek ödediğinden (yani roll-over yaptıklarından), ödese bile vergi ile değil yoktan para yaratarak ödenecektir. Ayrıca, bugün ihraç edilmiş 30 yıllık tahvilinin ödemesini bugün çocuk olanlar ebevyenlerinden miras olarak aldıklarında edinecekler. Dolayısıyla kamu borcunun gelecek kuşaklara yük olduğu idddiası da yanlış.

Özetle, bir devlet kendi para birimi cinsinden borcunu ödeyemez ve ödemelerini yapamaz duruma gelemez. Hazine’nin MB’dan nakit avans çekmesinin ve MB'na doğrudan tahvil satmasının yasaklanması ise Meclis’ten ek bütçe çıkarmakla bypass edilmektedir. Bir anlamı yoktur bu yasakların.

Bir özel entite olarak, MB zararının da hiçbir makroekonomik etkisi yoktur. Bu konuda anaakımcı iktisatçılar, her konuda olduğu gibi yüzlerce defa ağız değiştirdiler.

Önce MB’nin zararını, karları gibi Hazine’ye aktaracağını iddia ettiler. Oysa MB zararını Hazine’ye aktarmaz, ‘ertelenmiş varlık’ (deferred asset) hesabına yazar ve sonraki yılların karından düşer.

Bu yalan tutmayınca, para basarak zararını karşılar demeye başladılar. Yıllardır zarar eden İsviçre ve 2 yıldır zarar eden Fed para basmadı zararını karşılamak için.

Bu uyduruk iddia da verilerle çürütülünce, MB kredibilitesinin düşeceğini iddia ettiler. Sanki 2 yıldır Fed’in ve 10 yıldır İsviçre MB’nin kredibilitesi düştü de para birimleri ve kendileri itibar kaybetti. 

MB baş ekonomistliği yapmış olanı da, Hazine’ye daha az kar aktarılacağından bütçe açığını artıracağını, artan bütçe açığının vergi artışlarına sebep olacağını iddia etti.

O da büyük yalan...

MB her halükarda yoktan para yaratarak Hazine’nin harcamalarını finanse etmeye devam edebilir ve yıllardır büyüyerek artan bütçe açığı artışına karşı vergiler artırılmadı ABD’de- aksine indirildi. Hiçbir finansman sorunu da yaşamadı. Son 10 yıldır MB defalarca zarar eden İsviçre’de de sadece pandemi yıllarında bütçe açığı verildi.

Anaakımcılar bu yalanları niye bilim diye pazarlıyorlar?

Aşağıda önerisini sunacağım yoksullaştırmayı bertaraf edecek benzer kamu yatırımı, kamu istihdamı, sosyal politikalar gibi politikalara karşı durup kemer sıkma politikalarını meşrulaştırmak için…

O nedenle biz heterodokslar ile karşı karşıya gelmeye cesaret edemiyorlar.

Gelelim devletin tüm kiracıların kiralarını üstlenmesinin imkanlarına…

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın duyurusuna göre, 2024 kentsel dönüşüm kira desteği, İstanbul için 5500 TL, diğer 4 büyük şehirde 4500 TL, diğer illerde 3750 TL kadar. Riskli binada oturanlara kira desteği en fazla 18 ay sürüyor. Bunlar oldukça acımasız rakamlar.


Türkiye nüfusunun yaklaşık %25’i kiracı. 2022’de bu oran %18.72 idi. Ev sahipliği oranı düşüp kiracı oranı artarken, ev bir ikamet ihtiyacı olmaktan bir spekülatif yatırım aracı olmaya daha çok evrildi. Kiracı oranı çoksa bir ülkede ve dolayısıyla satın alınan evin artacak olan kira gelirleriyle kendisini kısa sürede amorti edeceği beklentisiyle eve talep artar. Bu da ev fiyatlarını yukarı çeker, çünkü evin arzı kısa vadede esnek değildir, hemen yeniden üretilemez- inşaat en az 2 yıl sürer. Örneğin son 5 yılda ev fiyatları, ev sahipliği oranı yüksek olan Norveç'te %25, İsveç'te %22; ev sahipliği oranı düşük olan Türkiye'de %677 artmış.

Çok basit aslında: Herkes ev sahibiyse bir ülkede, kime seneye artan bir kirayla kiralayarak ya da daha yüksek fiyata satarak o satın aldığı evden kar etmeyi bekleyecek ki?

O halde kiracı oranını düşürdükçe, ev sahipliği oranını artırdıkça ev de fiyatı artan, artacağı beklenen bir spekülatif yatırım aracı olmaktan çıkar.

Evet, verili ekonomi ve hukuk düzeninde devlet tüm evlere el koyamaz.

Ama kiracıların kiralarını üstlenebilir ve bunun için yukarıda açıklandığı üzere bir finansman kısıtı da yok.

Kiracısı devlet olan kişi, kirasını artırabilir mi kafasına göre?

Bu ev sahiplerine ödenecek kira para arzını artırıp enflasyon yaratır mı?

Ev sahiplerinin büyük kısmının yeterince yüksek geliri olanlar olduğu düşünüldüğünde bu edindikleri parayı harcamaktan ziyade tasarruf edip finansal yatırımlara yönlendireceklerdir. Tıpkı ABD, Japonya ve AB’de 2008 sonrası yapılan Miktarsal Genişleme programı çerçevesindeki tahvil alım programlarında ve Türkiye’de KKM’de olduğu gibi.

Aslında ev sahipleri için artan bir gelir de yok. Kiracıdan aldıkları parayı devletten almış olacaklar. Dolayısıyla harcama kapasitesi artan, kiracılar olacak; ev sahipleri değil.

Ola ki kiracıların büyük kısmı harcadılar o ellerinde kalan parayı. Bu düzenli olarak edinilecek gelirden kaynaklı harcama sürekli olmayacak, belli bir refah seviyesine ulaşıldıktan sonra tasarruf edilecek ve daha önemlisi harcansa da talep, stoklanamadıkları ve hemen yeniden üretilemediği için talebi arttığında üretiminden ziyade fiyatı artan gıda gibi dayanıksız mallara değil,  yeniden üretilebilen, stoklanabilen ve sermaye-yoğun teknikle üretilebilen olduğu için talep artışı fiyat artışından ziyade üretim artışıyla karşılanan dayanıklı mallara yönlenecektir. Bu üretim artışı da istihdamı artıracaktır.

Türkiye için risk, ithalatın artmasıdır. İthalat artışının dövize talebi ve bu sayede döviz kurunu artırarak enflasyonu nüksettirmesi de, Türkiye’nin döviz bulmakta sıkıntı yaşamasıyla ve 2022 kışında Ukrayna Savaşı’ndan ötürü artan enerji ödemelerinde olduğu gibi ani ve acil bir ödeme ihtiyacı durumunda mümkündür. Artan ithalat hem yerli üreticilerin fiyat artırma imkanlarını baskılayarak hem de vergi gelirleri büyük oranda ithalata bağlandığından ithalatın azalması durumunda nükseden bütçe açığını düşürerek, yapay ‘denk bütçe’ hedefi çerçevesinde yapılan zamlara ihtiyacı bertaraf ederek enflasyonu baskılamıştır Türkiye’de. Daha önemlisi, kur üzerinde ithalat ve ihracat hacminden ziyade finansal yatırımların etkisi vardır. İthalat sorununu da yine kamu yatırımlarıyla çözmek mümkün.

Eğer ki bu kiracıların kiralarının devlet tarafından ödenmesiyle yaratılan para, ülkenin verili sermaye ve emek kapasitesinin üzerinde bir harcamaya ve dolayısıyla enflasyona sebep olursa da devlet tahvil ihraç ederek bu yaratılan fazla parayı geri emebilir. KKM’de yapıldığı üzere.

Yani ev sahiplerine verdiği para karşılığında onlara tahvil satabilir. Böylece kiraları tahvil ile finanse etmiş olur. (Bunun İngilizce’deki doğru karşılığı financing değil, funding idir, ama Türkçe’de bunu karşılayacak net bir ayrım yok bildiğim kadariyle.)

Bu kadar yüksek miktarda tahvil ihracının tahvil faizlerini artıracağına dönük itirazlara karşılık ise şu söylenebilir:

    1- E zaten sabah akşam yana yakıla faizler artsın diyenler siz anaakımcılarsınız?

   2- Gereğinden çok artarsa tahvil faizleri, MB politika faizlerini düşürür ve tahvil faizleri de bunu takiben düşer.

   3- Tahvil faizlerinin artışı bankalardaki mevduatları tahvile yönlendirirse, o çok istediğiniz mevduat faizi artışı da gerçekleşir çünkü bankalar bu kaçan mevduatları cezbetmek için daha yüksek faiz sunacaklardır. Bankalar bunu yapmazlarsa da, MB bankaların likidite ihtiyaçlarına tam eşlik ederek faizlerin seviyesini koruyabilir.

    4- Bankalar tarafından kira öder gibi ev sahibi olma imkanı sunan konut kredisi ile piyasaya salınan para niye enflasyon yaratmıyor da devlet bu imkanı sunduğunda enflasyon yaratsın?

ABD’de konut kredilerinin şişirdiği ev fiyatları kiralarda ve genel enflasyonda 1996-2008 arasında bir artışa sebep olmuş görünmüyor.



Çünkü aynı süreçte ev sahipliği oranı artarken, kiracı oranı düşüyordu ve bu da kiralık eve talebi aşağı çekiyordu. 2020’den sonra kiralardaki artış ise, kiracı oranındaki artışın yanısıra artan enflasyonun tetiklediği ‘gelir üzerindeki çatışma’ kaynaklı: Diğer masrafları ve evi satın aldıkları konut kredisinin faiz giderleri artan ev sahipleri, yaşam standartlarını korumak için kira gelirlerini artırma yoluna gittiler.


Özetle böyle bir politikanın önünde finansman kısıtı sorunu yoktur. Olası faiz ve enflasyon artışları da gerekli tasarımlarla bertaraf edilebilir. Olur da bu riskler çok yüksek bulunursa, Avrupa’daki birçok ülkede olduğu gibi, kira-gelir oranı belli bir oranın üzerinde olanlara bir ödeme yapılır ya da tüm kiracılara kira-gelir oranını belirlenen bir adil orana düşürecek kadar yardım yapılır. Yani istenildikten sonra çözüm çok. İktisat politikası, baştan aşağı bölüşüm tercihleri ile ilgilidir.

7 Nisan 2024 Pazar

 İktisatçılar ne işe yarar?    

Anaakımın Ekonomiye Giriş ders kitaplarının ilk bölümünde iktisat bilimini  “kıt kaynakları sonsuz ihtiyaçları (son dönemde ihtiyaç yerine arzu demeye başlayanlar oldu) karşılamak üzere optimum dağılımı araştıran bilim” diye tanımlıyorlar. Ama iki ünite sonra “marjinal faydanın azaldığını” söylüyorlar. Yani yediğimiz üçüncü elmanın faydası, ikinci elmaya göre daha düşük. Dördüncününkinin de üçüncüye göre daha düşük ve bir noktada sıfıra yaklaşıyor. Eğer öyleyse, ki öyle, o zaman ihtiyaçlar (arzular) pek de sonsuz değil? Marjinal fayda artan ya da sabit eğilimli olsaydı o zaman sonsuz yiyebilirdik, ihtiyaçlar da sonsuz olabilirdi?

Anaakım iktisadın daha en başı böyle çelişkilerle dolu.

Peki tükettiğimiz doğal kaynaklar bakımından gelecekten 50 yıl borçlu olduğumuzu ve içinde olduğumuz küresel ısınmayı düşününce iktisat bilimi, bu varoluşsal görevini yerine getirmiş diyebilir miyiz? Kıt kaynakların optimum dağılımını sağlamayı becerebilmiş mi?

Tamam, beceremediler.. Eyvallah..

Tüm meslekler her zaman başarılı olmak zorunda değil.

Peki buna dair anaakım iktisatçılarda bir sorgulama, üzerine düşünme var mı?

Yok…

Bu yöndeki eleştiri ve soruları ciddiye alıyorlar mı?

Hayır, ignore edip kulaklarının üzerine yatıyorlar.

Sosyologlar moderniteyi, bireyselleşmeyi, kendi üzerine düşünmek, kendine dışardan bakabilmek olarak tanımlarlar. (Çocuğun aynada kendisinin annesinden ayrı olduğunu idrak etmesiyle başlar o pşisik süreç.)

O zaman biz kendilerini ehil, liyakatlı, çağdaş, modern diye pazarlayan bu iktisatçılara, yanılgılarıyla yüzleşmeyip vaat ettiklerini yerine getirememeleri üzerine düşünmemeleri durumunda hala ‘modern’ ve ‘birey’ diyebilir miyiz?

Kravat takıp şarap içtiklerine göre modern olmalılar. Kemalizm öyle öğretti çünkü onlara…

***

Peki iktisat bilimi aslında ne yapar?

Üretim, tüketim, yatırım, tasarruf, işe alma, işten çıkarma, borçlanma, fiyat belirleme gibi kararları anlamaya çalışır, iktisat bilimi. (Parantez içinde şunu vurgulamalı: İktisadi fenomenler arasındaki ilişkilerden bahsedilirken unutulan bir husus var. Örneğin, işsizlik ile enflasyon, gelir ile tasarruf arasındaki ilişki araştırılır ve tartışılırken, hava sıcaklığı ile yağmur yağması arasındaki gibi mekanik bir ilişki sözkonusu değildir. İşsizlik yüksek/düşük iken firmaların fiyatlama kararlarına bakılıyor. O nedenle, anaakım iktisatçılar, iktisat bilmediklerini örtmek için istedikleri kadar aşırı-matematik kullansınlar ve fizik bilimine öykünsünler, bu determinizm çabaları her seferinde çuvallayan analizlerine ve yanılan tahminlerine çarparak iktisadın bir sosyal bilim olduğunu onlara hatırlatacaktır.)

Ekonomi diyince akıllara ilk ne gelir peki gündelik hayatta?

Haliyle, para…

Bütün bu kararlar ‘para’ üzerinden verilir: Ne kadar kazanacaksındır?

Başka bir ifadeyle, para, bu iktisadi kararlara içkindir. Bir ‘borç ekonomisi’ olan kapitalizminde paranın, takas işlemlerini kolaylaştırmasından daha önemli ve belirleyici olan fonksiyonu, ‘değer saklama aracı’ olmasıdır: Kapitalist, üretip sattığı malı biriktirmeye değil, o satıştan elde ettiği karın parasal olarak biriktirilmesine odaklıdır çünkü para en likit varlıktır. En acil anda ihtiyaç duyulan başka bir mala hemen çevrilebilir, stoklanması, biriktirmesi de zor ve masraflı değildir.

Burada paranın likitliğinin paraya olan talebi yaratırkenki kritik husus, geleceğin belirsizliğidir. Ve karar vermek de, geleceğin belirsizliği altında gerçekleştirilen bir eylemdir. Gelecek belirli ve biliniyor olsaydı, o yapılan eylem ‘karar vermek’ olmayacaktı.

Şimdi anaakım iktisat anlayışının neden hep çuvalladığını berraklaştırabiliriz:

Yoksulluk dayatan anaakım iktisat çuvallıyor çünkü tüm analizini üzerine kurduğu en temel varsayımları yanlış:

1-         Geleceği bilinebilir sanıyor. Tüm ekonometri modelleri, geleceğin belli bir hata payı çerçevesinde bilinebildiğine ve riskin ölçülebildiğine dayanır.

2-         Para arzını ekonomik aktivitelere dışsal (nötr) sanıyor ve MB tarafından dışsal belirlendiğini, kontrol edilebildiğini sanıyor. Dolayısıyla paranın paraya olan (üretim, yatırım, spekülasyon ve tasarruf saikleriyle) talep tarafından yoktan yaratıldığını idrak edemiyor. Para özünde bir borç sözleşmesidir. Hiçbir sözleşme karşılıksız olmayacağı gibi, karşılıksız para basmak gibi bir mefhum da yoktur. Borç sözleşmesi imzalandığında yeni para yaratılır, borç geri ödendiğinde o sözleşme ile beraber o para da yok olur.

3-         Para arzının içsel olduğu idrak edilemediğinden ve kapitalizm bir takas ekonomisi (barter economy) görüldüğünden, büyüme ve yatırımı talep değil arz güdümlü, enflasyonu da arz değil talep güdümlü sanıyor.

4-         Para arzının içsel olduğu, yani paranın yoktan yaratıldığı idrak edilemediğinden faizlerin de kredi talebi- mevduat arzı tarafından içsel belirlendiği sanılıp, MB tarafından dışsal belirlendiği kavranamıyor. (Teorileriyle tutarlı olarak MB’dan faizi artırmalarını değil, para arzını kısmalarını talep etmeleri gerekiyor.)

5-         Paranın yoktan yaratıldığı idrak edilemediğinden kamu harcamalarının Hazine’nin bankası olan MB tarafından yoktan para yaratılarak yapıldığını idrak edemeyip, vergi ve kamu borcuyla finanse edildiği sanılıyor ve buna dayanarak yoksullaştırıcı kemer sıkma politikaları öneriliyor. Oysa dünyanın hiçbir yerinde bütçe açığı ile kamu borcu birbirine denk değil. Kamu borcunun hedefi, tahvil faizlerini etkilemektir. Kamu harcamasından daha çok vergi toplandığında para arzının azalmasına bakıp vergi ödendiğinde, yani vergi yükümlülüğü ortadan kalktığında, paranın yok olduğu da idrak edilemiyor. (On yıllarca Hazine’de ve MB’da üst düzey görevlerde çalışıp hala MB’nin zararını Hazine’ye aktardığını ya da para basarak karşıladığını sanan ‘duayen’ iktisatçılar var.)

Kraliçe II. Elizabeth, 2008 finansal krizi sonrası Kraliyet Akademisi’ndeki önde gelen ‘duayen’ iktisatçılara bir mektup yazıp krizi neden öngöremediklerini sordu. Toplanıp tartışıp aylar sonra verdikleri cevap tam komedi idi: “Riskleri ölçemediğimiz için öngöremedik.”

Zaten öngöremediğimize risk diyor olabilir miyiz? Tam totoloji idi yaptıkları yani ve hala geleceğin bilinemez olduğunu kavrayamamışlardı.

Dönemin Fed Başkanı Bernanke de krizden hemen önce bir kriz öngörmediklerini söylüyordu. (Selva Demiralp de hala çok detaylı binlerce veriyle ve sofistike modellerle çalıştığı için Fed’i eleştirme hakkını kendinde görmediğini söylüyor.)

Oysa gelirden daha hızlı artan aşırı borçlanmanın ve buna dayanarak oluşan varlık balonların bir krize sürüklediğini söyleyen, sesleri duyulmamış heterodoks iktisatçılar vardı.

Şimdi anaakım iktisadın ücretlerin emeğin marjinal verimliliğine göre belirlendiği şeklindeki argümanı üzerinden soralım:

Ücretler, emeğin marjinal verimliliğine göre belirleniyorsa, sürekli yanılan ve kıt kaynakları optimum dağıtmak şeklindeki temel vaatlerini yerine getirememiş anaakım iktisatçıların topluma, hayata kattıkları ‘marjinal verimlilik’ kaçtır? Aldıkları maaşların topluma marjinal verimliliklerine denk olduğuna cidden inanıyorlar mı?

Cevap açık değil mi aslında?

Yalan ve sürekli yanılan teorileriyle işçileri kendi çıkarlarına aykırı politikalara, kemer sıkmaya, yoksulluğa bilimsellik kılıfı altında ikna ederek tekelci finans sermayesinin karlarına yaptıkları katkılarına göre ücretlendiriliyorlar aslında.

Yok öyle değilse, yanıldıkları konuda haklı çıktıklarını iddia edecek bir performans sergilemek yerine entelektüel ahlakın gereğini yerine getirip yanılgılarıyla yüzleşme ve tartışma davetlerine cevap verirler…