16 Eylül 2024 Pazartesi

Güçlü kamu ekonomisi, zayıf devlet: Marksizm, devrim, demokrasi

Anaakımcılar karşısında Marksist iktisatçılar ve post-Keynesyen iktisatçılar arasındaki farka vurgu yaparak başlayayım önce.

Bana öyle geliyor ki, anaakımcı iktisatçılar Marksistleri toplum nezdinde pek de mümkün olarak algılanmayan uzak bir ütopya sundukları için kendilerine ciddi bir tehdit olarak görmüyorlar. (Bunu Marksistleri küçümsemek için değil, anaakımcıların kibrini vurgulamak için söylüyorum.) Marksist iktisatçılar da anaakımcıların teorilerinin ve önermelerinin mevcut kapitalist ekonomide geçerli olduğunu sanıp “Sizin düzeninizde enflasyon talep ve ücret kaynaklı olabilir. Bütçe açığı dediğiniz gibi faizi ve enflasyonu artırabilir, ama bizim düzenimizde böyle olmayacak. Biz başka bir iktisadi düzen tasarlayacağız” diyen bir konumdalar. Dolayısıyla neoliberal anaakım iktisada sadece emek-karşıtı olmak üzerinden itiraz geliştiriyorlar.

Fakat post-Keynesyen iktisatçılar olarak, hem anaakım teorinin kapitalist ekonomiyi yanlış anladığını ve anlattığını vurguluyoruz, hem de emek lehine olacak politikaların imkansız ve zararlı olduğuna dair iddialarının yalan olduğunu ortaya seriyoruz. Dolayısıyla kendileri için Marksist iktisatçılara nazaran daha büyük bir tehdit arz ettiğimizden Marksist iktisatçıları muhatap alırlarken, yalanlarını ve tutarsızlıklarını ifşa eden post-Keynesyen iktisatçıları tamamiyle görmezden geliyorlar (akademide de, sosyal medyada da).

Kusura bakmasınlar ama paranın içselliğini (yoktan yaratılmasını) önemsememiş, kavramamış durumda çoğu Marksist iktisatçı. (Bunda Marks’ın M-C-M’ meselesini yakaladığı halde finansı Kapital’in 3. Cildine atacak kadar önemsemeyip, artı-değerin türevi ve ‘hayali sermaye’ görecek kadar küçümsemesinin ve ödünç verilebilir fonlar teorisine itimat etmesinin de (bkz. Kapital 3. Cild, 25. Chapter) büyük payı var.) Paranın içselliği kavranmayınca da anaakımcıların “enflasyon para basmaktan ve talepten dolayıdır“ yalanına da kanıyorlar. KKM’ye tıpkı anaakımcılar gibi, „para basılacak enflasyon yaratacak“ demeyen saygın Marksist iktisatçı yoktu mesela.

Post-Keynesyen bir makro iktisatçı olarak temel derdim, yoksulluğu, işsizliği ve eşitsizliği şimdi minimize edecek politikaları ve bunun teorik altyapısını sunmak. Bunu da kamu bütçesini, bu hedefler doğrultusunda tasarlamak ve bunun önünde anaakımcıların söyledikleri finansman kısıtlarının olmadığını göstermek.

Bunun devleti güçlendireceği eleştirisi getirilebilir. Fakat devleti ekonomik olarak küçültmeyi önerenlerin politik olarak güçlü devletten yana olduklarını ve devletçi olduklarını vurgulamak gerekiyor. Sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede anaakımcılar egemen kimliğe mensup iken siyasi olarak devletlerini pek severler ve çıkarlarını savundukları küresel tekelci finansın lehine politikalarını dayatan devletlerini eleştiren bir siyasi hat izlemezler. Merkez Bankası başkanının görevden alınması dışında itiraz ettikleri bir husus olmamıştır. Daha önemlisi, devleti ekonomiden çeken neoliberal politikaların uygulanması, askeri darbelerle ve devletin zor gücüyle başarıldı.

Yeniden bölüşümcü, emek yanlısı sosyal refah politikaları politik olarak zayıf devleti gereksinir çünkü güçlü devlet, kamu yatırımı ve kamu istihdamı gibi enstrümanları sermaye ve işçi sınıfını kendi lehine bölüp eşitsizliği artıracak şekilde tasarlayacaktır. Türkiye iktisadi tarihi bunun en berrak örneğidir. Fakat daha önemlisi, sosyal refah devletinin bütçesini yapacak olan Meclis ve o Meclis‘e baskı kuracak sosyal hareketler ne kadar çoğulcu ve bürokrasiye karşı ne kadar güçlü ise, çıkacak sonuç da o kadar toplumun geniş kesimlerinin lehine olacaktır. Bütçe Meclis’ten geçtiği anda zaten para Hazine’nin bankası MB tarafından yoktan yaratılmış ve ilgili bakanlıklara aktarılmış oluyor. (Pandemi ile mücadele için 2020 Mart‘ında Almanya’nın 2019 vergi gelirinden sadece 40 milyar Euro düşük olan 750 milyar Euro tutarındaki paketi ve ABD’nin 3 trilyon Dolar tutarındaki paketi, yine ABD Senatosu’ndan Ukrayna’ya silah vs yardımı onaylanması, Alman Meclisi'nin yıl içerisinde Alman ordusuna modernizasyon için Haziran 2022’de ayrılan 100 milyar Euro tutarındaki ek fon, ABD Senatosu’nın Haziran 2023’te kamu borç tavanını yükseltmesi, Eylül 2024’te Intel’e ayrılan 3.5 milyar Dolar tutarındaki hibe, 2008 krizi sonrası büyük firmaları kurtarma paketleri, miktarsal genişleme (quantitative easing) programı ile alınan trilyon Dolar düzeyindeki tahviller vs hepsi, vergiler ve kamu borcu artırılmadan meclislerin onaylamalarıyla yoktan yaratılan meblağlar idi).

O halde, bu parayı yoktan yaratan kamu harcamasını tasarlayacak Meclis’in demokratikleşmesi, güçlenmesi ve çoğulculaşması gerekiyor ki, bütçe toplumun geniş kesimi lehinde sosyal politika tasarlanıp uygulanabilsin. Bu güçlü demokrasi, güçlü kamu ekonomisi ve politik olarak zayıf (baskıcı olmayan) devletin en güçlü örneği, sendikaların şekillendirdiği İsveç sosyal refah devletidir.

***

Nevzat Devrim Önal, 19 Temmuz tarihli blog yazıma 8 Ağustos tarihli cevabında “Refah politikalarını savunmak için devrimi mi beklemeliyiz? yönündeki soruma “Hayır. Refah politikalarını savunmak için devrimi beklemeye gerek yok. Ama bu politikaların gerçekçi biçimde talep edilebilmesi için düzene tehdit oluşturan, basınç yaratan güçlü bir devrimci mücadelenin varlığına ihtiyaç var” derken, burjuva demokrasisinde son kertede işçi sınıfına kendi siyasetini yapmasına izin verilmeyeceğini vurguladı. Bu tartışmanın Ralph Miliband ile Nicos Poulantzas arasındaki ‘devletin görece özerkliği’ tartışmasının küçük bir izdüşümü olduğunu söyleyip ilgi duyanları o tartışmaya yönlendirip bazı önkabullerimi sıralayayım:

1-         Günümüzde salt iki sınıf arasında bir çatışma olduğuna ikna değilim. Sınıf ilişkileri çok daha çetrefilli bir hale gelmiş durumda. Dünyaya parçalanarak yayılmış üretim süreci içinde en tepedeki en zengin %10 ile en alttaki %10 haricinde kalan %80’in hem sömürülen hem sömüren konumunda olduğunu düşünüyorum (Bu rakamlar tartışılabilir). Yani Alman ya da Amerikalı bir işçi, Hindistanlı, Bangladeşli bir sermayedarı sömüren bir konumda. Benzer durum, bir ülke içinde azınlık kimliklere mensup sermayedarlar ile egemen kimliğe mensup işçiler için de geçerli. Öyle olunca „Ezilenlerin Sosyalist Birliği“ gibi laflar pek kimseyi cezbetmiyor, çünkü çok küçük bir azınlık dışında kimse ezildiğini düşünmüyor- ki zaten birilerini sömürdüğünün ve düzenden nemalandığının da farkında. Ayrıca işçi sınıfı ve sermaye sınıfı da kendi içinde gelir gruplarına ve kimliklere bölünmüş durumda. Karşımızda her zaman birbirine bilenmiş iki sınıf yok. Kimlik krizinde aynı kimliğe mensup farklı sınıflar yanyana gelirken, sınıf krizinde aynı sınıfa mensup farklı kimlikler yanyana gelebiliyor. Bu okumaya dayanarak, Herbert Gintis ve Samuel Bowles’in „modern tarihte sınıfsal talepler yurttaşlık talebine tahvil edildikleri ölçüde başarılı oldular“ şeklinde özetleyeceğim önermesine katılıyorum. Sınıfın bugün iktisadi ve sosyolojik bir olgu iken siyasi bir olgu olmadığını hatırladığımızda, sınıf siyasetinin yurttaşlık siyasetiyle buluşmasının ciddi potansiyelleri olacağını da gözden kaçırmamak gerekiyor.

2-         Sınıfsal çelişkilerin keskinleştikçe işçi sınıfının bilenip devrimci bilincinin güçleneceği, devrim ihtimalinin güçleneceği beklentisinin yerini kimlikçi aşırı sağın yükselişinin sebep olduğu hayal kırıklığına bırakması da temel olarak sınıfların çetrefillenmiş olması ve bölünmüş olması ile alakalı gibi geliyor bana. Fakat bir o kadar da belirleyici faktör, birçok sosyal-psikoloji çalışmasının ortaya koyduğu üzere öfkenin değil umudun birlikte hareket etmeyi, örgütlenmeyi tetiklediği olgusudur. Dolayısıyla, bugün sosyal refah politikalarını savunmak ve gerçekleştirmek, ‚palyatif‘ çözümlerle devrim ihtimalini bertaraf etmek değil, işçi sınıfına özgüven kazandırarak değişime dair umudunu beslemek olacaktır çünkü insanlar şimdi hayatlarına değecek çözümlere daha çok ilgi gösterirler.

Bunlara dayanarak, güçlü bir sınıf siyasetini sadece korkunç bir yoksullaşmayla karşı karşıya olan çalışanların kazanımları için değil, demokrasinin kalitesinin ve içeriğinin güçlendirilmesi için de elzem görüyorum.

Benim bugün önerdiğim sosyal refah politikaları elbette 1970lere ve o günün bakışına göre gericidir. Ama o kadar mevzi kaybedildi ki, bugün bu talepler devrimci kalmaktadır. Benzer bir durum, Türkiye için „Kimse 365 gün iddianamesiz, delilsiz tutuklu kalmasın.“ gibi basit bir talebin radikal devrimci bir talep haline gelmesinde de yaşandı. Burjuva demokrasisi diye burun kıvrılan kazanımlar budandığından beri nefes alamaz oldu ülke. Daha çok önemsediğim husus ise, ifade özgürlüğü, suçun bireyselliği, masumiyet karinesi, protesto hakkı, eşit oy hakkı, tarafsız yargı vb. bu kazanımlar her ne kadar liberal ‚idea’lar olsalar da, işçi hareketlerinin, kadın hareketlerinin ve sosyal hareketlerin mücadeleleriyle anayasal ve yasal güvence altına alındılar. Bunları küçük ve palyatif görmek, işçi sınıfının mücadele tarihini de küçük görmek gibi geliyor bana.

5 Eylül 2024 Perşembe

Takdir ettiğim 2 anaakımcı: Atilla Yeşilada ve Refet Gürkaynak

Anaakımcılara hem yalan teorilerle topluma yoksulluk dayattıkları için hem de yanılgılarıyla yüzleşmedikleri, eleştirilerimize cevap vermedikleri için öfkeliyim. Görmezden gelinmek haklı bir öfke yaratır.

Ama 2 kişiyi ayırt etmeliyim:

1- Atilla Yeşilada. Atilla Bey, Selva Demiralp, Özgür Demirtaş, Mahfi Eğilmez ve Şeref Oğuz gibi kitlelerin, takipçilerinin tepkisinden korkup çark etmedi, önceki söyledikleriyle ve teorisiyle çelişecek tavra tenezzül etmedi.

Başından beri acı reçete ve kemer sıkma öneren Selva Demiralp gibi gelen tepkiler üzerine sanki zenginler harcamalarını kısacakmış, zaten tasarruf etmiyorlarmış gibi "Ben yoksullara değil zenginlere kemer sıkma öneriyorum" demedi.

"Aşırı kar diye birşey yok, firmalar gelecekteki maliyet artışlarını şimdiden fiyatlarına yansıtıyor" diyip 6 ay sonra "açgözlülük enflasyonu var" diyen Mahfi Eğilmez gibi yıllarca yabancıların gelmesi için faiz artışını savunmamışçasına carry trade'den yabancıların kazandığı yüksek karları eleştirmedi imajını kurtarmak için.  Enflasyonun düşmesi için şart koştuğu reel faizin pozitif olmamasına rağmen enflasyon %75'ten %71'e düşer düşmez (ki baz etkisiyle düştüğünü kendisi de söylüyor) faiz indirimi önermesindeki tutarsızlığı sorgulayanlara "bana karşı faiz artışını savunuyorlar" diye cevapladığını sanacak kadar tutarlı birisi Mahfi Bey.

"Ücret artarsa enflasyon artar, satın alabileceğinizden daha azını satın alırsınız, daha az iskender yersiniz" diyen Özgür Demirtaş gibi "yüksek faiz kahrediyor, asgari ücret yoksulluk sınırının altında" diye kıvırmadı.

Yıllarca "Arjantin olacağız" diyip sonra yanılınca öyle dediğini inkar edip, öyle dediğinin kanıtını sunanlara "karaktersiz, yalancı" demedi üsluplu kibar Murat Kubilay gibi.

Gerçi destekledikleri Mehmet Şimşek ve ekibinin karşı çıktıkları KKM'ye 2 Eylül'de geri dönmesine dair suskunluklarını takdir ettiğimi de ifade etmeliyim. Pekala KKM'yi savunmaya başlayıp, KKM'yi doğru bulduğumuz için "hükümete yanlıyorlar" iftiralarını attıkları biz heterodoksları KKM'ye karşı çıkmakla itham edebilirlerdi. Nitekim Mahfi Eğilmez, "Asgari ücretin artırılmasına karşı çıkanlar carry trade'den kazanılan paraya birşey demiyor" bile dedi.

Anaakımcılar, ABD'de Ekim 2022'de enflasyon düşmeyip artınca, "Fed geç kaldı", "Gecikme etkisi. Enflasyonun düşmesi 3-4 yıl sürer" diyip, enflasyonu tetikleyen arz sorunlarının giderilmesiyle Ocak 2023'te enflasyon düşünce de Fed'in başarısı olarak sunduklarında nasıl bir tutarsızlık performansı sergileyebileceklerinin ipuçlarını vermişlerdi.

Utanmanın norm olmaktan çıktığı post-truth çağında herşey mümkün... 

Ama kitleleri karşısına alacak cesareti gösteriyor Atilla Bey. Kemer sıkmayı önermeye devam ediyor. Emek ve refah karşıtı olduğu için kızabilirim ama kitleleri karşısına alacak cesareti göstermek, entelektüellik göstergesidir. Atilla Bey'in bu tavrı takdir edilmelidir. Yalnız kalmayı göze alamayan entelektüel olamaz.

2- Bir diğer takdir ettiğim anaakımcı Refet Gürkaynak'tır.

Refet Bey, diğer arkadaşları gibi Mehmet Şimşek ve ekibini desteklemek gafletine düşmedi. Önerdiği politikaların çalışmadığını kabul ediyor mu bilmiyorum ama en azından diğerleri gibi sahiplenmedi, Şimşek'i desteklemek için boncuk gibi dizilmedi. Özgür Demirtaş gibi "vatan-millet meselesidir bu" diyerek destek videoları çekmedi.

Yanıldığını henüz söylemese bile, suskunluğu değerlidir.

Beni soru ve eleştirilerim karşısında üslup bahanesine sığınıp bloklamayan da sadece ikisidir. Diğerlerinin hangi twitim üzerine blokladıklarının listesi bu linktedir.

Ama en çok kızdığım ise Hakan Kara'dır.

Diğerleri ekonomik analizin çekirdeği, temeli olan paranın yoktan yaratılması meselesini bilmiyorlar, bir türlü kavrayamıyorlar. (Ezberlerinden öteye gidemiyor ama bildiği yanıldığına yetmeyen, yıllarca MB Başkan Yardımcılığı yapmış olmasına rağmen hala kamu harcamasının Hazine'nin bankası olan MB tarafından yoktan yaratılan para ile finanse edildiğini bilmeyen, faizin MB tarafından belirlendiğini kavrayamayan Fatih Özatay başkalarına ezberci mezhepçi diyor ama olsun.) Fakat Hakan Kara bunları bildiği halde para arzının MB tarafından dışsal belirlendiği, kredinin mevduattan verildiği iddialarına dayanan neoliberal kemer sıkma politikalarını savunuyor. Bu, yanılgılarıyla yüzleşemeyen diğer anaakımcılarınkinden daha ağır bir entelektüel haysiyet sorunudur. Bile bile yalan söylüyor çünkü Hakan Kara. Fatih Özatay, Özgür Demirtaş, Selva Demiralp, Mahfi Eğilmez, para arzının içselliğini- faizin dışsallığını bilmediklerinden, kavrayamadıklarından duruma göre, tepkilere göre çark ediyorlar. Onlarınki daha masum...

Teorilerine ve argümanlarındaki çelişki ve tutarsızlıklarına dair bu yazımda özetlediğim varoluşsal, hayati eleştirilerime yanıt vermedikleri sürece entelektüel haysiyetlerini sorgulama hakkım bakidir.

Finans derslerinde öğrettikleri finansal varlıkların fiyatlarını modellemelerinde devlet tahvillerini devlet batmayacağı için risksiz addederken, makroekonomi derslerinde bütçe açığı çok artarsa devletin borcunu ödeyememe riski artacağından faiz artar diyenlerin entelektüel haysiyetini sorgulamak, bu yalanlarla yoksulluk dayatılan toplumun haysiyetini savunmaktır.

Kur ve enflasyon sorununa tekelleşme ve finans yanlısı faiz artışı yerine emek yanlısı maliye politikası önerileri

İthalat bağımlısı yaptıkları ülke cari açık verse cari açığı azaltmak için, cari fazla verince de artan bütçe açığını kapatmak için kemer sıktıran anaakım yaklaşım, maliye politikasını tasfiye edip iktisat politikasının tüm yükünü para politikasına yıktı son 40 yılda tüm dünyada. Oysa faizlerin ekonomiyi canlandırmakta ve enflasyonu baskılamakta sandıkları gibi bir etkisi yok çünkü enflasyon arz kaynaklı, yatırım talep güdümlüdür ve talep zayıfken faizlerin yatırımları tetikleme kapasitesi düşüktür.. Zira faiz artışı sayesinde enflasyonu düşürdüler dedikleri ülkelerde tasarruflar ve işsizlik söyledikleri gibi artmadı. Dahası, ülke ekonomisi öyle tasarlanmış ki, faiz indirilince de artırılınca da enflasyon nüksediyor. Üretimin ithalat bağımlılığı yüzünden enflasyona karşı korunma amaçlı dövize yönelmenin önüne geçecek regülasyonlar yapılmadan indirilen faiz de, vergi gelirlerinin ithalata bağımlılığı yüzünden uyduruk denk bütçe hedefi çerçevesinde zamlarla kapatılacak bütçe açığını artıran faiz artışı da enflasyonu artırıyor.

Başından beri söylediğimiz, faiz indirmek de faizi artırmak da enflasyona çare değil, faiz bir bölüşüm enstrümanıdır. Her ay merkez bankasının faiz kararının ne olacağına dair beklentiler, anaakım iktisadın iddia ettiği gibi fiyatlama kararlarını değil tahvil üzerindeki finansal spekülasyonları besliyor. Zaten MB kararlarıyla ilgilenenler de, MB’nin beklenti anketine cevap verenler de reel sektör değil, finans sektörüdür.

Dolayısıyla enflasyonla mücadelenin baş aktörü, finansallaşmayı besleyen para politikası değil, adil gelir bölüşümünü, istihdamı, kalkınmayı hedefleyen bir maliye politikası olmalıdır.

Bu öneriler üzerine daha önce birkaç yazı yazdım:

1-    Eğitim, sağlık, ulaşım, elektrik, doğalgaz gibi temel hak ve ihtiyaçları kamu eliyle ücretsiz veya çok ucuz sunmak, hane halklarının bütçelerini rahatlatmak.

2-    Gıda ürünlerine KDV oranlarını düşürmek, denk bütçe hedefinden vazgeçmek. (Bütçe açığı denk bütçe hedefi olmadığı sürece enflasyona sebep olmaz. Kendi yarattıkları sorunu kendilerine kanıt olarak sunacak kadar bilimsel etik standartlarından uzaklar. Enflasyonun para basmaktan kaynaklanmadığı bir yana, bütçe açığının sebep olduğu para miktarı toplam para miktarının %5’i kadar ve bu %70 enflasyonu açıklayamaz.)

3-   Enflasyonun asıl sebebi olan büyük firmaların, özellikle de büyük zincir marketlerin aşırı kar fiyatlamalarını önleyecek vergi düzenlemeleri. (Firmaların fiyatlama kararlarına müdahalenin serbest piyasaya aykırı olduğunu söyleyenlere, önerdikleri ve savundukları enflasyon hedeflemesinin firmaların ücret ve istihdam kararlarına müdahale olduğunu hatırlatmak, onları utandırmıyorsa beni hiç utandırmaz).

4-    Ev sahipliği oranı artırılana kadar geliri belli bir seviyenin altında olanların kiralarını üstlenmek. Oluşacak aşırı para arzı ev sahiplerine tahvil satılarak emilir. Tahvil ihracının faizleri yükseltmesi durumunda da ya MB faizleri düşürür, ya da MB tahvilleri bankalardan ‘rezerv para’ vererek geri alır. (Almanya’da 1965’te kira yardımı devreye girdi. Herhangi bir enflasyonist etkisi olmadı).

5-    Fiyatlara yansıtılmayan ücret artışı oranında vergi indirimi.

6-    Asgari ücreti yoksulluk sınırının üzerine çıkartıp, talebi dayanıksız ürünlerden dayanıklı ürünlere kaydıracak bir ücret artışının tetikleyeceği verimlilik artışıyla enflasyonu baskılamak pek ala mümkün. Talebin, ücretlerin sebep olduğu enflasyon %5'i geçmez çünkü talep artışı sermaye-yoğun sektörlerde üretim artışıyla karşılanır. Öyle olmasaydı reel büyüme oranı çoğu zaman pozitif olmazdı. Reel büyüme oranı pozitif ise, demek ki firmalar talep artışına fiyat artışından ziyade üretim artışıyla karşılık veriyorlar. Ücretler, reel ücret artışı verimlilik artışının üzerine çıktığı zaman enflasyona katkı sunar ve bu katkının maksimum olduğu yıllar, enflasyonun oldukça düşük olduğu yıllardır.

7-    Eğer kuru düşürmek için yabancıyı yüksek faizle cezbetmek isteniyorsa da bunun için küçük ve orta ölçekli firmaları ve ücretleri baskılandığı için kredi kartına yönlendirilen hane halklarını iflasa sürükleyecek kredi faizlerini artıracak politika faizini yükseltmeye gerek yok. Hazine bol miktarda tahvil ihraç ederek tahvil fiyatlarını düşürüp faizlerini yükselterek de yabancı finansal yatırımcıyı cezbedebilir (Tabi ABD’nin ve diğer merkez kapitalist ülkelerin faiz artırmadıkları dönemde). Bunun banka bilançolarına etkisini kompanse etmek için de MB’nin bankaların likidite ihtiyaçlarına düşük repo (politika) faiziyle tam karşılık vermesi gerekir. Parayı yoktan yaratan MB da herhangi bir finansal kısıta tabi değildir. Zaten bütçe açığı cari açığın üzerine çıktığı sürece bankaların da likidite açığı değil, likidite fazlası olacaktır.

Şimdi bunlara kurun enflasyona etkisini kırmak üzere yeni bir ek yapmak istiyorum:

Daha önce ithalat bağımlılığını düşürecek ve dış ticaretin kompozisyonunu dönüştürecek kamu yatırımlarının tasarlanmasını önermiştim. Açık ki, ithalat bağımlılığı kısa vadede düşürülemez. Fakat döviz kurunun enflasyon üzerindeki etkisini yumuşatmak imkânsız değil.

Devlet, artan kuru dindirmek için faiz artırıp kur-faiz sarmalına girmek ve bilançosu kırılgan olan firmaları ve hane haklarını iflasa sürüklemek yerine kurdaki yükselişten kaynaklı girdi maliyetlerindeki artışı fiyatlarına yansıtmayan firmalara da vergi indirimi sunabilir. Ya da kur farkını ödemeyi taahhüt edebilir. Bunun için ücret ve istihdam artışını da şart koşarak çalışanların yaşam koşullarını iyileştirebilir.

Böylece ithalat bağımlılığı düşmemiş olsa da özellikle aramalı ve hammadde üzerinden kendisini gösteren kurun enflasyona etkisi absorbe edilmiş olur. Kur ile enflasyonun bağı kırıldığındaysa yurttaşların fiyatlarını ve tasarruflarını dövize endekslemelerine de gerek kalmaz ve kur da yükselmez. Türkiye’nin şu anki önemli sorunlarından birisi, ücretler haricinde neredeyse her şeyin fiyatının döviz kuruna endekslenmiş olmasıdır.

KKM’de de, Almanya’nın Mart 2020’de meclisten geçirdiği 750 milyar Euroluk Covid ile mücadele paketinde de (2019 vergi geliri 790 milyar Euro idi), ABD’de 3 trilyonluk Covid paketinde de gördük ki, kamu harcaması diğer kamu harcamalarından kısmadan, öncesinde borçlanmadan yapılabiliyor çünkü vergiyle değil MB’nin yoktan para yaratmasıyla finanse ediliyor. (Avrupa ve ABD’de enflasyon 2 sene sonra arz sorunlarıyla nüksetti, Türkiye’de de vergiler KKM kaldırıldıktan sonra bütçe açığını kapatma bahanesiyle artırıldı). Dahası, 2013-2019 arasında Almanya bütçe fazlası verirken bütçe açığı verdiği yıllara göre daha çok borçlandı ve aynı sırada bütçe açığı veren Fransa ile aynı enflasyon ve faize sahipti. Yani, bütçe açığının enflasyonu ve faizi artıracağına dair anaakımcılar tarafından anlatılanlar yalandır. Kaldı ki, bütçe açığının para miktarını artırarak enflasyonu artıracağını söylerken, para miktarını azaltarak faizi artıracağını söylüyorlar. İkisinin aynı anda olamayacağını bile idrak edemiyorlar. Faizin MB tarafından belirlendiğini idrak edemedikleri gibi.

Özetle, kendi parasını yarattığı için batma riski olmayan devletin bütçesine dair şirket bütçesine benziyormuş gibi anlatılan tüm iddialar, hak ettiğiniz refahı talep etmenizi engellemek, sizi yoksulluğa, kemer sıkmaya ikna etmek için uydurulmuş yalanlardır. Bunu Nobel Ekonomi ödüllü anaakımcı Paul Samuelson söylüyor.

Anaakımcıların ve müridlerinin bu önerilere enflasyonu ve faizi artırır yönündeki itirazlarındaki motivasyonları, MB’nin politikalarını ve devlet bütçesini işçiler ve yoksullar lehine tasarlamak yerine tekeller ve finans rantiyerlerine veya inşaat rantiyerlerine dönük tasarlanmasına devam ettirmek. Bütçe açığına faiz artırır diye karşı çıkıp MB’nin faiz artırmasını savunmaktaki garabeti göremeyenleri ciddiye almamanın vakti çoktan geldi.

Yüzyılın felaketi dedikleri tarihin en büyük depremlerinden birinden 4 ay sonra faiz artırıp kemer sıkmaya gitmiş ve bunu desteklemiş bir zeka ve ahlak düzeyinin neoliberal ezberleriyle bu önerilere getirecekleri itirazları ciddiye almayacak kadar bilim ahlakına sahip olanların eleştirileri baş göz üzerine…

12 Ağustos 2024 Pazartesi

Anaakımın uluslararası iktisat anlayışı, finans ve enflasyon

Bu yazıda şimdiye değin yeterince vurgulamadığım iki husus üzerinde durmak istiyorum:

Enflasyonun yükselmesinde finans piyasalarının rolü ve buradan hareketle uluslararası ekonomiye dair anaakım anlayışın eleştirisi.

Başından beri paranın içselliğini (kredinin yoktan yaratılmasını) vurgulamamız üzerine, bazen “Niye abartıyorsunuz bu meseleyi bu kadar? Yoktan yaratılsa ne olacak, kredi mevduattan verilse ne olacak? Çözüm öneriniz nedir? Önemli olan AKP’yi eleştirmek, ana akımcılarla niye yan yana AKP’ye karşı durmuyorsunuz” gibi mevzuyu anlamamış, banal eleştiriler aldık. Sanki faiz artışı ve MB bağımsızlığı dışında hükümete bir itirazları olmayan ana akımcılar refah ve emek dostu bir perspektif sunuyorlarmış da biz yan yana gelmiyormuşuz. “İnşaat rantiyerlerine karşı finans rantiyerlerini savunmanın neresi heterodoks, Sol anlayış?” diye kendilerine sormadan bu eleştiriyi yapan İbrahim Ekinci gibi Solcu diye tanınan ekonomi gazetecileri, şimdilerde bizzat kendilerinin önerdikleri faiz artışlarını yapan Mehmet Şimşek politikalarının işsizlik ve bütçe açığındaki artışlar gibi sonuçlarını eleştiriyor. Tıpkı geçen sene seçim öncesinde ana akımcıların popülaritesi yüksekken sert faiz artışı önerip şimdi enflasyonu düşüremeyen Mehmet Şimşek'e tepkiler artınca ve networküne dahil olmak istediği anaakımlardan beklediği teveccühü göremeyince şimdilerde faiz artışı önerenleri aşağılayan ezberci, ırkçı heterodoks Oktay Özden gibi…

Paranın içselliğini vurgulamamız lazım çünkü önereceğimiz çözümleri temellendirmek için kredinin mevduattan verildiği, kamu harcamasının vergiyle yapıldığı yalanlarını yıkmamız gerekiyor zira öneriler bu yanlış zanlara temellendirilmiş “Talep artarsa enflasyon artar”, “Bütçe açığı faizi yükseltir” gibi içi boş itirazlarla karşılık buluyor.  Her seferinde öyle olmadığını anlatmak için paranın yaratılması meselesini tekrarlamak gerekiyor çünkü ekonomik sirkülasyonun ilk aşamasını yanlış tanımlayınca diğer iktisadi fenomenler arası ilişkiler de yanlış kuruluyor.

En temel olarak, paranın içselliğini, kamu harcamasının MB tarafından yoktan yaratılan parayla finanse edildiğini kavramayanlar, cari açık ile tasarruf açığı arasındaki ilişkinin yönünü ters tayin ediyorlar. Özel sektörün tasarruf açığı, cari açığın ve/ya bütçe fazlasının (ya da cari açığın altında kalan bütçe açığının) sonucu olduğu halde, sebebi olarak lanse edip kemer sıkma önerilerine bahane etmekteler. 2009'da Avrupa'da deflasyon sorunu varken de, 2021 sonrasında da enflasyon nüksederken de önerecek kadar kemer sıkma ile obsesif bir ilişki kurmuş olan zihniyet, ithalattan ve dolaylı vergilerden beslenen vergi politikalarıyla cari fazla verildiğinde, ithalat azaldığında ise uydurdukları denk bütçe hedefiyle artan bütçe açığını kapatmak için zam yaparak kemer sıkma dayatmaktalar.

Finans ve enflasyon

Parayı ve finansı analizinin merkezine koymayıp reel ekonomiyi ve finansı birbirinden ayrık iki alan olarak gördüğü için küresel finans piyasalarında fiyatı belirlenen emtia fiyatlarının enflasyonu belirlediğini de kavrayamıyor ya da görmezden geliyor bu bakış. Bunu Ann Pettifor sıkça vurguladı. Tabii ki tüm heterodoksların kaderi olduğu üzere görmezden gelindi. Anaakım bu finans spekülasyonların emtia fiyatlarına katkısını, tüketim ürünlerinin fiyatlarını belirleyen büyük firmaların aşırı karlarının enflasyona katkısını ve bunları vurgulayanları görmezden gelip enflasyonu talep kaynaklı gösterebildiği sürece enflasyonu indirme bahanesiyle faizleri artırıp, emtialar üzerinde yaptığı spekülasyonlarla enflasyonu nüksettiren finans sektörüne tekrar kazanç sağlayabiliyor.

Yani enflasyonu artırırken de, enflasyonu düşürme bahanesiyle faiz arıtılırken de, küresel finans kazanıyor.

Küresel finans aktörleri, özellikle türev ürünler piyasalarında ekonominin gidişatına göre emtiaların fiyatları üzerinde spekülasyon yaparlar. Ekonomi daralma dönemine girecekse (özellikle merkez bankalarının sert faiz artışlarından ötürü) emtialara, hammaddelere talebin düşeceği düşüncesiyle pozisyonlarını shortlarlar (=fiyatı düşünce almak üzere satmak). Ekonominin genişleme, büyüme dönemine gireceği zaman ya da savaş gibi durumlarda, emtialara, hammaddelere talebin ve fiyatlarının artacağı öngörüsüyle pozisyonlarını longlarlar (=fiyatı artınca satmak üzere almak).

Bunu anaakımın görmezden gelmesinin yanı sıra diğer problem, görmek istese bile makroekonomiyi ve uluslararası ekonomiyi parasız ve finanssız algıladığı için finans sektörünün enflasyona katkısını algılayamaz.

Parasız uluslararası ticaret anlatısı

Anaakım uluslararası ders kitaplarında (bkz. Nobel Ekonomi ödülü sahibi Paul Krugman’ın ders kitabı), para yokmuş gibi bir uluslararası ekonomi anlatılır. İçinde günümüz küresel ekonomisinin etrafında döndüğü finansa dair tek bir ünite yoktur.

Sürekli vurguladığımız kapitalist ekonomiyi paranın sadece değiş-tokuş işlevi gördüğü ‘barter (takas) ekonomisi’ sanma hatasını uluslararası ekonomi analizinde de tekrarlıyorlar. Herkesin birbirini tanıdığı, güven ilişkilerinin olduğu, verdiği sözü tutmayanların ayıplandığı bir köyde, mahallede takas ekonomisi kurulabilir. Ama birbirini tanımayan, görmeyen insanların ülkeler arası ticaretini parasız yapılan takas ekonomisi sanmak, ciddi bir arızadır. Uluslararası ticaret üzerinde para miktarı yazılı sözleşmesiz, sigortasız yürütülemez. Dahası, uluslararası ticarete konu olan sanayi ürünleri kredisiz üretilemezler.

Anaakım yaklaşım, uluslararası ve bireyler arası ticareti bir ürünü üretmek için gerekli emek zaman ile ölçülen ‘karşılaştırmalı üstünlükler’ ile açıklar. Bir ülke veya kişi, bir üründen bir birim daha fazla üretmek için diğer üründen daha az vazgeçiyorsa karşılaştırmalı üstünlüğü vardır ve o ürünün üretiminde uzmanlaşmalıdır. Diğer aktör de diğer üründe uzmanlaşmalı ve karşılıklı ticaretle her ikisi de refahını artırır.

Buradaki sorun, öncelikle paranın analizde yer almamasıdır. İnsanlar para kazanmak için üretirler ve daha çok satabilmek, daha çok üretebilmek için para miktarının artması lazım. Para miktarı sabit kaldığında üretim de artırılamaz. Ürettikleri ürünü değil, o üretimden edindikleri parayı biriktirme motivasyonu kapitalist üretimi güdüler. Bu nedenlerle para miktarı, üretime, büyümeye, verimliliğe nötr değildir, içkindir.

Diğer sorun, ülkeleri bireymiş gibi varsaymasıdır. Evet, bir insan farklı ihtiyaçlarını aynı anda karşılayamaz fakat bu ülkeler için pek geçerli değildir. Ülkeler aynı anda çok sayıda farklı ürün üretebilirler. Bireyler için çizdikleri ‘üretim imkanları eğrisi (production possibilities frontier)’ aynı ölçüde ülkeler için geçerli değildir. O nedenle bu bakış, Fransa’dan Almanya’ya otomobil ihracatı yapılırken aynı zamanda Almanya’dan Fransa’ya otomobil ihracatı yapılmasını açıklayamaz. Bu durumun açıklaması, ürün farklılaştırması ve tüketim tercihleridir. Ama bu durum, anaakım teoriye göre geçici olmalıdır çünkü ürün farklılaştırılmasının olduğu rekabetçi olmayan piyasa yapılarının orta-uzun vadede ürünlerin homojenleştiği ve rekabetin sadece fiyatlar üzerinden yürüdüğü tam rekabetçi piyasaya evrilmesi gerekiyor. Ama gerçek hayatta hiç böyle bir deneyim yaşanmadı. Tarihin hiçbir zaman diliminde hiçbir yerde tam rekabetçi bir piyasa pratiği yaşanmadı.

Bu uluslrarası ticareti karşılaştırmalı üstünlükler ile açıklayan analizin açıklayamadığı bir diğer husus, birim emek maliyeti yüksek olan Belçika, İsveç, Danimarka, Hollanda, Almanya gibi ülkelerin dış ticaret fazlası verirken ihracatlarının GSMH'ya katkılarının, birim emek maliyetleri düşük olan Çin, Türkiye gibi ülkelerin ihracatlarının GSMH'ya katkılarının üzerinde olmasıdır.


Kaynak: World Bank

Post-Keynesyen alternatif: Thirlwall Kanunu

Küresel düzeydeki eşitsiz iş bölümünü ve üretimin işçinin grevden gelen pazarlık gücünü kırmak için küresel düzeyde parçalanmasını açıklayamayan bu bakışa karşı ekonomiyi arz değil talep temelli gören post-Keynesyen yaklaşım, döviz kurunu ticaret hacminin değil, ülkeler arası faiz farklarınca güdülenen finansal akımların (sıcak paranın) belirlediğini vurgular.

Post-Keynesyen yaklaşıma yakın olan Anthony Thirlwall, borcu ve talebi analizinin merkezine alan “Ödemeler dengesi kısıtlı büyüme modeli” ile alternatif bir açıklama sunar. Thirlwall Kanunu olarak da bilinen bu teoriye göre, hiçbir ülke, sürekli büyüyen cari açığını finanse edemediği sürece, uzun vadede cari ödemeler dengesi ile tutarlı orandan daha hızlı büyüyemez. Yani bir ülkenin büyümesi, ihracatına olan talebin esnekliğiyle doğru orantılı, ithalatının gelire olan esnekliği ile ters orantılıdır, dolayısıyla cari açığı ile sınırlıdır.

Mekanizmayı şöyle açıklar Thirlwall: Artan dış borç, yabancı alacaklıların borçlu ülkenin geri ödeme yapıp yapamayacağı konusundaki şüphelerini artırır ve artan ticaret açıkları, alacaklılar için sermaye kaybına neden olan bir devalüasyon olasılığının arttığına işaret eder. Bu da uluslararası finansman akışının durmasına ve ödemeler dengesi finans hesabında açık olarak yansıyan döviz rezerv kaybına yol açar. Bu sorunla karşılaşan ülke de yabancı sermayenin çıkışını durdurmak için çareyi faizi artırmakta bulur fakat bu faiz artışı iflasları tetikleyerek ekonomiyi resesyona sokar.

İhraç ettikleri emek-yoğun ve fiyat rekabetinin galebe çaldığı, talebinin fiyat esnekliği yüksek ürünler olan ama ithal ettikleri sermaye-yoğun, rekabetin ürün farklılaştırma üzerinden yürüdüğü, talebinin fiyat esnekliği düşük ürünler olan Türkiye gibi ülkelerin yaşadıkları kronik yapısal cari açık sorunu budur ve yerel para birimini değersizleştirerek üstesinden gelinebilecek bir sorun değildir. Ticaret kompozisyonunu dönüştürecek kalkınma ve maliye politikaları (kamu yatırımları) gerektirir.

Son olarak, tüketim malları ve üretim girdileri yüksek düzeyde ithalata bağımlı oldukları için enflasyonun döviz kuruna hassasiyetinin yüksek olan bu ülkelerin maruz kaldıkları kur-enflasyon-faiz sarmalı, Louis-Philippe Rochon’un da vurguladığı üzere, enflasyonun kök sebebi olan gelir üzerindeki çatışmanın küresel düzeyde vuku bulmuş halidir. Küresel finans, emtialar üzerinde yaptıkları spekülasyonlarla enflasyonu nüksettirip çare olarak dayatılan faiz artışlarıyla da gelirlerini artırmakta, bu çatışmadan galip çıkmakta.

19 Temmuz 2024 Cuma

Vatandaşlık geliri üzerine: Nevzat Evrim Önal'ın çağrısına cevap

Nevzat Evrim Önal, Sol haber sitesinde ‘evrensel gelir’, ‘temel gelir’, ‘vatandaşlık geliri’ gibi farklı isimlerle anılan uygulamaya dair Marksist pencereden bütüncül ve eleştirel bir yazı yazdı. Sadece alt gelir gruplarına ödendiğini sanması üzerine gelirine bakılmaksızın tüm yurttaşlara ödendiğini hatırlatmam nedeniyle bloklayan Uğur Gürses’in mutlaka okuması gereken bir yazı. Önemli ölçüde katıldığım yazısını Keynesyen, post-Keynesyen iktisatçılara bir çağrı ile bitirdiğinden çağrıya cevap niteliğindeki bu yazıyı yazmak istedim.

Ben evrensel gelir uygulamasına aşağıdaki saiklerle karşıyım:

1-          Bill Gates’e, Ali Sabancı’ya, Elon Musk’a aylık düzenli bir para verilmesinin anlamı yok. Zenginlerin harcama eğilimi düşük, tasarruf eğilimleri yüksek olduğundan bu aldıkları parayı finansal yatırımlarına ekleyeceklerdir, harcayıp ekonominin canlanmasına katkı sunmayacaklardır.

2-          O nedenle, işsizlik maaşının artırılması, süresinin uzatılması, şartlarının ve kapsamının genişletilmesi çok daha anlamlı ve işçilerin pazarlık güçlerine çok daha büyük katkı sunar. Çünkü nihayetinde pazarlık gücü, anlaşmaya varmadığınız durumda maruz kalacağınız maliyet ve ayakta kalma kapasiteniz ile ilgili. İşinizi kaybettiğinizde ücreti ve çalışma koşullarıyla düzgün ve tatmin edici bir iş bulabileceğiniz süre kadar ve o sürede yaşam koşullarınızı koruyabileceğiniz kadar ödenecek bir işsizlik maaşı, halihazırda çalıştığınız işyerinde ücretinizi ve çalışma koşullarınızın iyileştirilmesi yönündeki taleplerinizi seslendirmek yönünde sizi cesaretlendirir. Türkiye’de ve ABD’de işsizlik maaşı kısa süreli ve az ödendiğinden işçiler çalışma ve yaşam koşullarını kötüleştiren koşullara boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Kamu istihdamının ve kamu yatırımlarının artırılıp işsizliği sıfırlamak yönünde tasarlanması, özel sektördeki işçilerin pazarlık güçlerini ve ücretlerini destekleyici olacaktır. (Özelleştirmelerin verimliliği artıracağı iddiasının palavra olduğu da son 40 yılda deneyimlendi, verilerle ortaya kondu.)

3-          Vatandaşlık hakkı, vatandaşlık gelirinden ziyade, Nevzat Bey’in de vurguladığı üzere, temel hak olan sağlık, eğitim, barınma, ulaşım gibi hizmetlerin ücretsiz kılınmasını gerektirir. Bu temel ihtiyaçlar fiyatları arttığı sürece istediğiniz kadar vatandaşlık geliri ödeyin, yine vatandaş değil müşteri konumunda olacaksınız ve vatandaşlık gelirinin bu hizmetlerin artacak olan ücretini karşılamaya yeteceğinin garantisi de yok. Ki artırılması talep edildiğinde holdinglerin vergi borçlanmasına ses etmeyen neoliberal şarlatanlar enflasyona, faiz artışına sebep olur, bütçe disiplini bozulur diye feveran edip toplumu susturmak üzere ekranlara çıkacaklar.

Nevzat Bey’in post-Keynesyen iktisatçılara çağrısına dönecek olursam;

“2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyada Keynesçi politikalarının uygulandığı otuz yıl, ancak kapitalist düzenin kendisinden daha eşitlikçi bir düzen tarafından tehdit edilmesi durumunda tekrarlanabilecek bir dönemdir. Ortada böyle bir tehdit yokken bu tehdidi yaratmaya çalışmaktansa o döneme bir asrı saadet muamelesi yapıp benzer uygulamalar önermek, ağaç yokken meyveyi istemek oluyor.”

İlk cümleye katılıyorum. Sosyalist ve sendikal hareketler güçlüyken ve dünya sisteminde bir sosyalist alternatif varken Batı kapitalizmi işçilerini razı etmek ve cezbetmek için tavizler verdi; eğitim, sağlık, ulaşım gibi hizmetleri ücretsiz kılarak sınıf atlama imkanları sundu. Sovyetlerin çöküşü ve sosyalist hareketlerin zayıflamasıyla bu tavizleri verme gereği duymadı, eğitim yoluyla sınıf atlama imkanı da özel üniversitelerin burslu kontenjanlarına kadar daraltıldı. İngiliz ekonomi sosyoloğu Bob Jessop bunu tek ulus’tan ikili ulus’a geçiş olarak tasvir ediyor: Sosyal refah devleti döneminde tüm ulusa bu imkanlar sunulurken, neoliberal dönemde ulus ikiye bölünüp küçük bir azınlığa sunulur oldu ve başaran küçük azınlık başaramayanlara gösterilerek “Bak o mor inek başardı, sen başaramadın. Sen de farklı olsaydın, çok çalışsaydın sen de başarılı olurdun” denilmekte.

Yukarıda alıntıladığım paragrafın ikinci cümlesine dair ise Keynesyen ve Keynes ile Marx arasında bir sentez arayışı olan ve yakın durduğum post-Keynesyen yaklaşımın, Marksizm gibi bir ideoloji olmadığını, sadece Makroekonomi’ye dair bir çerçeve sunmaya çalıştığını söylebilirim. Yani post-Keynesyen yaklaşım, Marksizm gibi, tarihe, psikolojiye, sosyolojiye, antropolojiye, devlete, siyasete dair kendi içinde tutarlı olmaya çalışan ve her şeyi açıklamaya çalışma çabası içinde olan bir ideoloji değil. Sadece işsizlik, enflasyon, kamu bütçesi, faiz, yatırım, cari açık gibi makroekonomik fenomenler arasındaki ilişkileri anlamaya ve verili koşullar içinde sosyal refahın nasıl adil bölüşülüp artırılabileceğine dair politikalar öneren ‘mütevazı’ bir çaba. Dolayısıyla bakış açısı ve imkanları kısıtlıdır. Ama her post-Keynesyen iktisatçının kendi meşrebince bir devlet, toplum, sosyoloji anlayışı ve varsayımları var. Milliyetçi post-Keynesyenler de var, liberal devlet anlayışına yakın olanlar da. Küreselleşmeyi dönüştürmekten, demokratikleştirmekten yana olanlar da var, küreselleşmeye karşı olanlar da.

Bu noktada şunu sıkça vurguladığımı da hatırlatmalıyım: Kamu istihdamını ve kamu yatırımlarını ekonomiyi istikrara kavuşturması ve eşitsizliği, yoksulluğu, işsizliği azaltması için öneriyoruz fakat Türkiye pratiğine baktığımızda bu enstrümanlar tam tersi yönde kullanılıyor. Örneğin Prof. Erol Katırcıoğlu, 1991’de DYP-SHP koalisyonunda Başbakan Erdal İnönü’nün ekonomi danışmanlığını yaparken, KİT’lerin hammadde ve girdileri maliyetlerinin altında holdinglere satıp holdinglerin aşırı kar yapmalarına imkan sağlarken, oluşan görev zararını artan bütçe açığı üzerinden vergi olarak yurttaşlara bindirildiğini tespit etti ve “Bana kalsa KİT’leri bedava satarım” dedi. Bir diğer örnek, AKP dönemindeki çifte maaaşlar ve hem AKP döneminde hem de öncesinde yeterince erk sahibi olan koalisyon ortağı partilerin kamu kurumlarına yandaşlarını doldurması durumu. Her iki örnek de kamu yatırımı ve kamu istihdamının eşitsizliği artırıcı etki gösterdiği durumlar. Dolayısıyla demokratikleşmiş ve karar alma süreçleri adem-i merkezileşmiş (yerelleşmiş), iktidarın parçalandığı bir devlet gerekiyor bu önerilerin hedeflediği sonuçları üretmesi için. Ama devletin demokratikleşmesi, nasıl demokratikleştirileceği tartışması post-Keynesyen iktisadın haddini ve sınırlarını aşıyor. Her post-Keynesyen iktisatçı, kendi demokrasi algısına ve ülkesine göre bir siyasi pozisyon alabiliyor.

Nevzat Bey, yazısının sonunda şunları söylüyor:

“Talep edilmesi gereken, insanlığın mevcut gelişkinlik düzeyine göre belirlenecek temel ihtiyaçların bedelsiz karşılanmasının bir yurttaşlık hakkı olarak tanınması ve bunların karşılanmasının devletin temel sorumluluğu haline getirilmesidir.”

O zaman şu soru gündeme gelir:

Kamu istihdamı ve yatırımları yoluyla istihdamın ve ücretlerin artırılması gibi Keynesyen sosyal refah politikalarının uygulanmasını mümkün kılacak bir “daha eşitlikçi bir düzen tarafından tehdit edilmesi durumu” yok ise, temel ihtiyaçların karşılanmasını yurttaşlık hakkı olarak devletin sorumluluğu haline getirmek niye mümkün olsun?

İlki mümkün değilse, ikincisi de pek ala mümkün değildir?

Fakat benim daha çok mesele ettiğim, devrimi ya da dünyanın herhangi bir yerinde yine kapitalizme alternatif olarak tehdit olabilecek sosyalist bir rejimin kurulmasını beklemek zorunda mıyız sosyal refah politikalarını uygulamak ve uygulanmasını talep etmek için?

Ya da bu politikaların uygulanması gerçekten devrim ihtimalini bertaraf mı ediyor? Devrim için illa işçi sınıfının sürünmesi mi gerekiyor? Ben pek emin değilim.

Ben kendi adıma, şimdi insanların hayat şartları nasıl iyileştirilebilir sorusunun ve siyasetinin ve dayatılan yoksulluğun bilimsel bir temeli olmadığının ifşasının peşindeyim.

1 Temmuz 2024 Pazartesi

Özgür Özel’in bölgesel ve sektörel asgari ücret önerisine dair

Yıllardır faiz artsın ki yabancı gelsin, aşırı talep var kısılmalı, asgari ücret artarsa enflasyon daha çok artar alım gücü düşer diyip ve Mehmet Şimşek’e 'vatan meselesi' kisvesi altında destek kampanyaları düzenleyip geçtiğimiz hafta asgari ücret artışından yana beyanlarda bulunan, temel hedefi enflasyonu talep ve ücret kaynaklı gösterip emeği baskılamak ve tekelleşmeyi, finansallaşmayı artırmak olan enflasyon hedeflemesi uygulamasını savunagelmiş Özgür Demirtaş, Selva Demiralp ve hukukun üstünlüğünü gelsinler diye istediği yabancı sermayenin kazanacağı faiz gelirini eleştirmeye başlayan, aşırı karların enflasyona katkısını gizlemek için “firmalar gelecekteki maliyet artışlarını fiyatlarına yansıtıyor” dedikten 6 ay sonra açgözlülük enflasyonunu kendi bulmuş gibi poz veren Mahfi Eğilmez’in desteklerken apolitik ve politika üstü, objektif konumlarını yitirmedikleri partileri CHP’nin Genel Başkanı Özgür Özel “geçim yoksa secim var” sloganıyla miting düzenledikten 1 gün sonra bölgesel ve sektörel asgari ücret önerdi.

Tutarlılığın, tefekkürün, kendine dışarıdan bakmanın norm olmaktan çıktığı bu tuhaf zamanlarda bu tür karakterlerin aktörleşmesinin analizini sosyal-psikologlara bırakıp bölgesel ve sektörel asgari ücret uygulamasının olası sonuçlarını tartışalım.

Her ne kadar CHP’nin 2023 genel seçimlerini kaybetmesine sebep olan anaakım iktisatçıların kemer sıkma önerilerine mesafe alıp yerel seçimleri kazanmasına vesile olan Prof. Dr. Yalçın Karatepe’nin bakışını tam yansıtmasa da, Özgür Özel’in bu önerisi ücretlere sadece maliyet olarak bakan anaakım yaklaşımdan neşet ediyor.

Bu tüm derdi sömürüyü bilimsel kılıf uydurarak aklamak olan anaakım yaklaşıma göre işsizliğin de enflasyonun da müsebbibi, ücretlerinin düşürülmesini kabul etmeyen isçilerdir. Ücretler düşürülürse firmaların daha çok isçi alacaklarını sanacak kadar gerçekçi olan bu teoriye itimat eden iktisatçılar, talebin her artışının fiyat artışıyla karşılık bulduğunu zannediyorlar. Oysa satışlar artmadığı sürece firmalar aynı sayıdaki işçiye daha düşük ücret ödeyerek karlarını artırmayı düşünürler, sırf ücretler düştü diye extra işçi alımına gitmezler- ki ücretler düştüğünde satışlar da düşer ve işçi çıkarırlar çünkü talebin temel kaynağı ücretlerdir. Stoklanamayan ve hemen yeniden üretilemeyen ürünlerde ve arz kısıntısı durumlarında talebin artması fiyatların artmasını tetikler, diğer durumlarda ve yeterince rekabet ve atıl kapasite varsa, üretim artışını tetikler.

Bir firmanın işçisinin başka bir firmanın müşterisi olduğunu, bir firmanın ücret maliyetlerinin diğer firmaların hasılat kaynağı olduğu gerçeğini hatırlayıp ekonominin tek bir firma ve tek bir üründen müteşekkil statik bir yapı değil, finansal akışların olduğu dinamik bir döngü olduğunu kavradığınızda asgari ücreti düşük tutmanın, bölgelere veya sektörlere göre ayrıştırmanın anaakım teorinin beklediği sonuçları üretmeyeceği de berraklaşır.

Bu uygulamanın olası sonuçlarını şöyle sıralayabiliriz:

1. Asgari ücreti bir veya birkaç bölgede ve sektörde düşük tutmak, bu bölgelerde ve sektörlerde çalışan işçilerin alım güçlerini, tüketim harcamalarını baskılayacağından, onların satın aldıkları ürünleri üreten diğer sektörlerdeki ve bölgelerdeki firmaların hasılatlarını düşürür. Düşen hasılatlardan dolayı artırılamayacak olan üretim işsizliği artırarak, işçilerin asgari ücretin yüksek olduğu sektörlere ve bölgelere yönelmesini boşa çıkarır çünkü bu yönelinen bölgelerdeki ve sektörlerdeki ücretleri baskılayarak asgari ücreti düşük tutulan sektörlere ve bölgelerdeki ücretlere yakınsatır ve hedeflenen sonuca varılmamış olunur.

2. Düşük tutulan ücretler ve alım gücü verimliliği baskılar, baskılanan verimlilik şimdiye değin olduğu üzere enflasyonu yukarı yönlü destekler.

3. Ücretlerin düşük tutulduğu bölge ve sektörlerdeki işçiler, yaşam standartlarını koruma saikiyle yapılan borçlanmayı ve bu nedenle finansal istikrarsızlığı daha da artırır.

4. Ülke ekonomisini, daha verimli üretim teknolojisine geçişi gereksiz kılarak hâlihazırda muzdarip olunan emek-yoğun üretime daha çok sabitler.

5. Firmalar sırf ücret maliyetleri görece düştüğü için fiyat indirimine gitmeyeceklerinden dolayı asgari ücretin düşük tutulduğu sektörlerdeki ve bölgelerdeki firmaların kar-marjı fiyatlaması yükselir, haksız rekabet avantajı yaratılır.

6. Eğer seçilecek sektörler ihracat yapan sektörler olursa, ihracat fiyat esnekliği ve rekabeti yüksek ürünlere yoğunlaştığından hâlihazırdaki ihracatın miktarını değil, ihracatçıların karlarını destekler.

7. Artan ücret eşitsizliği hâlihazırda zaten yüksek olan eşitsizliği daha da körükler.

8. ‘Eşit işe eşit ücret’ ilkesi ve adalet duygusu zedelenir.

Özetle bu öneri, ülkenin ihtiyacı olan eşitlikçi ve demokratik kalkınma perspektifinden mahrum olduğu gibi hedeflerini gerçekleştirme yetisinden bile yoksundur. İşsizliği ve enflasyonu düşürmek, tam tersine ücretleri yoksulluğu bertaraf edecek ve verimliliği artıracak kadar yükseltmekten geçiyor.

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Firmalar-arası bölüşüm çatışması, enflasyon, mali disiplin ve bir vergi önerisi

Enflasyonun işçiler ve sermaye arasındaki bölüşüm çatışması boyutuna odaklandık şimdiye değin. Yanlış değil, fakat eksik. Zira firmalar-arası ve işçiler-arası bölüşüm çatışmaları, işçi-işveren arası çatışmayı da belirliyor.

Enflasyonun kök sebebi olarak addettiğimiz ‘gelir üzerindeki çatışma’dan kastedilen şudur:

Bir tüketim malının fiyatı arttığında, o ürünü tüketenler tüketim miktarını korumak amacıyla gelirlerini artırmak için ya kendi ürünlerinin satış miktarını ya da  ürünlerinin fiyatlarını artırmaya çalışırlar. Örneğin artan enflasyon karşısında alım gücü eriyen işçiler ücretlerini artıramazlarsa ikinci bir iş yaparak emek arzlarını artırırlar yaşam standartlarını korumak için.

Eğer (ulusal) gelir (üretim) artırılamazsa, taraflar pazarlık güçlerince verili gelirden aldıkları payı artırma yarışına girişirler ve bu da fiyatlara yansır. Verimlilik artışı sayesinde üretim arttıkça sarsıcı bir fiyat artışı yaşanmadan taraflar gelirlerini artırabilirler.

Burada kritik olan, fiyatlarını belirleme gücüne sahip olanlar, sektörlerini domine eden büyük firmalardır. Küçük ve orta ölçekli firmalar hem piyasadaki fiyatı veri olarak alırlar hem de maliyetlerindeki artışları büyük firmalar kadar fiyatlarına yansıtamazlar. Bunun sebebi de büyük firmaların müşterileri orta-üst gelir grubundan müsteşekkil iken, küçük firmaların müşterilerinin orta-alt gelir grubu olmasıdır. Üst gelir grubunun talebinin fiyat esnekliğinin alt gelir grubuna göre düşük olması, büyük firmaların fiyatlarını daha rahat artırabilmesine imkan tanır.

Ingiltere'de firma büyüklüklerine göre kar payı (markup). Kaynak: Bank of England

Bir diğer önemli faktör, büyük firmalar daha büyük kapasite ile ve daha sermaye-yoğun teknik ile çalıştıklarından (yani maliyetleri içinde sabit maliyetlerin payı daha yüksek olduğundan), üretimlerini artırdıkça birim maliyetlerini daha çok düşürebilirler.

Enflasyon sorunu da tam bu noktada, üretimin artırılamadığı arz kısıtları durumlarında nüksediyor. Firmalar arzı ya artan talebe cevap verecek kadar ya da artan girdi maliyetlerini daha yüksek üretimle absorbe edecek kadar artıramadıklarında fiyat artışına giderler. Büyük firmalar da piyasa güçleri ve ürünlerine olan talebin düşük fiyat esnekliği ölçüsünde artan fiyatları bahane ederek kar marjlarını artırma fırsatını değerlendirirler. Örneğin 2005’te petrol fiyatları çok yükseldiğinde önde gelen küresel finans şirketlerinin ve iktisatçıların “1971 petrol krizinin benzeri yaşanacak” şeklindeki öngörüleri gerçekleşmedi, çünkü 2005’te dünyada ithalatı ucuzlatacak şekilde Dolar endeksi düşüyordu ve Çin faktörünün yanısıra firmaların daha yüksek bir atıl kapasiteleri vardı ve artan üretime yedirebildiler maliyet artışlarını. Fakat 1971’de kapasite kullanım oranları çok yüksekti ve daha fazla üretim artışı pek mümkün değildi. 2022’deki Ukrayna İşgali’nin tetiklediği petrol fiyatlarındaki artış da tedarik sorunlarından ötürü üretim artmadığından daha yüksek üretimle absorbe edilemediği için fiyatlara yansıdı.

Bir diğer kritik husus, eğer ürüne talebin fiyat esnekliği düşükse, daha yüksek fiyata daha az miktarda satıldığı halde daha yüksek hasılat yapabilir bir firma çünkü talep miktarı fiyat artışı kadar düşmeyecektir. Talebin fiyat esnekliği yüksekse, fiyat düşürerek daha çok satarak hasılatını artırabilir fakat burada karlarının artıp artmayacağı maliyet kompozisyonuna bağlı. Eğer emek, hammadde, enerji gibi değişken maliyetlerin toplam maliyetler içindeki payı yüksekse, yani emek-yoğun üretim yapıyorsa, üretim miktarını artırması birim maliyetini pek düşürmeyecektir. Bu durumda hasılatının artması karının artmasını ima etmeyecektir.

Bu ikilem, firmaları taleplerinin fiyat esnekliğini düşürecek olan müşteri bağımlılığı, reklam, pazar araştırması gibi yeniliklere ve maliyetlerinde de değişken maliyetlerin payını düşürecek üretim teknolojisinde ilerlemelere yönlendirir. Toplam hasılat eğrisi talebin fiyat esnekliğinin düşürülmesiyle daha dikleştikçe ve toplam maliyet eğrisi de sabit maliyetlerin payının artmasıyla düzleştikçe (eğimi düştükçe), toplam hasılat ve toplam maliyetin eşitlendiği başa baş noktası daha da düşürülecektir. Daha düşük bir başa baş noktası, hem daha yüksek bir kar marjini mümkün kılar ve daha erken bir üretim noktasından itibaren kar yapmaya başlamayı hem de fiyat düşürerek başa baş noktası daha yüksek olan rakip firmayı alt etmeyi mümkün kılar. Açık ki, bu inovasyonları yapabilen büyük firmaların hasılat eğrileri daha dik, maliyet eğrileri daha düzdür, dolayısıyla başa baş miktarları daha düşüktür. Sadece sabit maliyetleri görece daha yüksek olduğundan başa baş fiyatı daha yüksek olabilir.

Büyük firmaların bu talep yapıları ve maliyet yapıları sayesinde gerçekleştirdikleri aşırı karlarının son dönemde yaşanan enflasyondaki yükselişine katkısını IMF bile kabullendi. Fakat bu büyük firmaların sebep olduğu enflasyonu düşürmenin maliyeti sadece işçilere değil, küçük ve orta ölçekli firmalara da ödetiliyor, enflasyonun talep kaynaklı olduğu iddiasına dayanarak uygulanan faiz artışları ve kemer sıkma politikalarıyla.

Soru basit: Hangi firmaların müşterileri kemer sıkma politikaları karşısında gelir kaybına uğrayıp taleplerini kısmak zorunda kalacaklar?

Elbette, küçük ve orta ölçekli firmaların. Büyük firmaların üst gelir grubu müşterileri, zaten tasarruf edebileek kadar yüksek gelire sahipler ve taleplerinin fiyat esnekliği de gelir düzeylerinden ötürü düşük.

Hangi firmaların borçlarını artan faizler nedeniyle çevirememe sorunu ile karşı karşıya kalıp üretimlerini ve istihdamlarını kısma ihtimali daha yüksek?

Elbette, küçük ve orta ölçekli firmaların.

Yani küçük firmalarda çalışan işçiler işlerini kaybedip yine küçük firmalardan satın aldıkları malları daha az satın alacaklar.

Büyük firmaların satışlarında azalma, istihdamlarını kısma ve dolayısıyla (eğer aşırı özgüvenlerinden kaynaklı aşırı borçlanmaya gitmemişlerse) bilançolarının sarsılma ihtimali daha düşüktür çünkü büyük firmaların hasılat kaybı durumunda ayakta kalma kapasitesi daha yüksektir.

Özetle, büyük firmaların sebep olduğu enflasyonun bedelini sadece işçiler değil, yanısıra küçük firmalar da ödemektedirler. Küçük ve ortak ölçekli firmalar bu kemer sıkma politikaları ve faiz artışlarıyla iflas ettikçe, büyük firmaların da pazar payları ve tekelleşme artar.

Peki enflasyonun kök sebebi gelir üzerindeki çatışma ise, çözümü nedir?

Çözüm, bu çatışmanın hükümetçe dezavantajlılar lehine modere edilmesidir. Nihayetinde enflasyonla mücadele sadece enflasyonu düşürmek değildir, enflasyon altında ezilen insan sayısını da azaltmaktır.

Bunun iki önemli enstrümanı da maliye ve gelirler politikalarıdır.

İşsizlik maaşının miktarını ve süresini artırmak, faydalanma kriterlerini yumuşatmak gelirler politikası kapsamındadır. Daha yüksek işsizlik maaşı, iş kaybından kaynaklı talep düşüşünü engelleyerek işsizliğin işsizliği artırmasına da ket vurur.

Asgari ücreti artırmak ve kamu istihdamını ve ücretlerini artırmak da özel sektördeki ücretlere yukarı yönlü destek sunar. Arz kısıtı sorunları yoksa ve piyasa yeterince rekabetçiyse, ücret ve gelir artışının tetiklediği talep daha fazla üretimle karşılık bulacaktır. Verimlilik artışının altında kalan ücret artışı, sorun olacak kadar yüksek bir enflasyona sebep olmaz. ABD’de pandemi öncesi düşük enflasyona ücretlerin katkısı %68 düzeyinde iken, pandemi sonrası yüksek enflasyona katkısı %7 kadar.

Enflasyonu düşürmeye yönelik maliye politikası ise, ulaşım, barınma, eğitim, sağlık gibi temel hak ve ihtiyaçların kamu tarafından ücretsiz veya çok ucuz sunulmasının yanısıra aşırı-kar fiyatlaması yapan büyük firmalara dönük vergilendirmeyi kapsar. (Bir önceki yazıda kiraların devlet tarafından ödenmesinin imkanlarını tartışmıştım.)

1 yıldır bir işe yaramayan faiz artışından çok daha etkili olabilecek bir diğer yaratıcı öneri de firmalara, fiyatlarına yansıtmadıkları maaş artışları kadar vergi indirimi sağlamak olabilir. Bu sayede, ücretleri baskılamak için bahane olarak kullandıkları ama aslında yüksek kapasite kullanım oranı ve yüksek sendikalaşma durumunda olabilecek ücret-fiyat spiralı riski de bertaraf edilmiş, enflasyon baskılanmış olur.

Ücretleri artan işçiler, gelir düzeylerinden ötürü harcama eğilimleri yüksek (tasarruf eğilimleri düşük) öldüğündan daha çok harcadıkları takdirde kurumlar vergisi topla(ya)mayan devlet de zaten vergi gelirlerini dayandırdığı KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerden daha çok toplayacaktır. Fiyatlara yansıtıldığında artacak karlara mukabil bir kurumlar vergisini toplayamadığından, ücretlilerin harcamasıyla daha çok dolaylı vergi toplayacaktır, obsessive düzeyde takıntı yaptıkları bütçe açığı da düşecektir. Vergi toplayamasa bile, harcamak için vergiye ve borçlanmaya ihtiyaç duymayan devlet için çok bir sorun yok, yeter ki bütçeyi sosyal refah çerçevesinde kullanmayı engellemek için uydurulan ‘mali disiplin’ ve ‘denk bütçe’ adı altında KDV, ÖTV, benzin, elektrik vs. zammı yapılmasın.

Bu neoliberal tasarımıyla ‘mali disiplin’e itiraz etmek, paranın yoktan yaratıldığını kavrayamayanların itiraz diye sunduklarını sandıkları “önüne gelene para dağıtılsın” demek değildir; halihazırda zenginler lehine tasarlanan bütçenin ve para politikasının, madunlar lehine tasarımını ve disipline edilmesini savunmaktır.