Vatandaşlık geliri üzerine: Nevzat Evrim Önal'ın çağrısına cevap
Nevzat Evrim
Önal, Sol haber sitesinde ‘evrensel gelir’, ‘temel gelir’, ‘vatandaşlık geliri’
gibi farklı isimlerle anılan uygulamaya dair Marksist pencereden bütüncül ve
eleştirel bir yazı yazdı.
Sadece alt gelir gruplarına ödendiğini sanması üzerine gelirine bakılmaksızın
tüm yurttaşlara ödendiğini hatırlatmam
nedeniyle bloklayan Uğur Gürses’in mutlaka okuması gereken bir yazı. Önemli
ölçüde katıldığım yazısını Keynesyen, post-Keynesyen iktisatçılara bir çağrı
ile bitirdiğinden çağrıya cevap niteliğindeki bu yazıyı yazmak istedim.
Ben evrensel
gelir uygulamasına aşağıdaki saiklerle karşıyım:
1- Bill Gates’e, Ali Sabancı’ya, Elon Musk’a
aylık düzenli bir para verilmesinin anlamı yok. Zenginlerin harcama eğilimi
düşük, tasarruf eğilimleri yüksek olduğundan bu aldıkları parayı finansal
yatırımlarına ekleyeceklerdir, harcayıp ekonominin canlanmasına katkı
sunmayacaklardır.
2- O nedenle, işsizlik maaşının
artırılması, süresinin uzatılması, şartlarının ve kapsamının genişletilmesi çok
daha anlamlı ve işçilerin pazarlık güçlerine çok daha büyük katkı sunar.
Çünkü nihayetinde pazarlık gücü, anlaşmaya varmadığınız durumda maruz kalacağınız
maliyet ve ayakta kalma kapasiteniz ile ilgili. İşinizi kaybettiğinizde ücreti
ve çalışma koşullarıyla düzgün ve tatmin edici bir iş bulabileceğiniz süre
kadar ve o sürede yaşam koşullarınızı koruyabileceğiniz kadar ödenecek bir
işsizlik maaşı, halihazırda çalıştığınız işyerinde ücretinizi ve çalışma
koşullarınızın iyileştirilmesi yönündeki taleplerinizi seslendirmek yönünde
sizi cesaretlendirir. Türkiye’de ve ABD’de işsizlik maaşı kısa süreli ve az
ödendiğinden işçiler çalışma ve yaşam koşullarını kötüleştiren koşullara boyun
eğmek zorunda kalıyorlar. Kamu istihdamının ve kamu yatırımlarının artırılıp
işsizliği sıfırlamak yönünde tasarlanması, özel sektördeki işçilerin pazarlık
güçlerini ve ücretlerini destekleyici olacaktır. (Özelleştirmelerin verimliliği
artıracağı iddiasının palavra olduğu da son 40 yılda deneyimlendi, verilerle
ortaya kondu.)
3- Vatandaşlık hakkı, vatandaşlık
gelirinden ziyade, Nevzat Bey’in de vurguladığı üzere, temel hak olan sağlık,
eğitim, barınma, ulaşım gibi hizmetlerin ücretsiz kılınmasını gerektirir. Bu
temel ihtiyaçlar fiyatları arttığı sürece istediğiniz kadar vatandaşlık geliri
ödeyin, yine vatandaş değil müşteri konumunda olacaksınız ve vatandaşlık
gelirinin bu hizmetlerin artacak olan ücretini karşılamaya yeteceğinin
garantisi de yok. Ki artırılması talep edildiğinde holdinglerin vergi
borçlanmasına ses etmeyen neoliberal şarlatanlar enflasyona, faiz artışına
sebep olur, bütçe disiplini bozulur diye feveran edip toplumu susturmak üzere
ekranlara çıkacaklar.
Nevzat Bey’in
post-Keynesyen iktisatçılara çağrısına dönecek olursam;
“2. Dünya Savaşı
sonrasında kapitalist dünyada Keynesçi politikalarının uygulandığı otuz yıl,
ancak kapitalist düzenin kendisinden daha eşitlikçi bir düzen tarafından tehdit
edilmesi durumunda tekrarlanabilecek bir dönemdir. Ortada böyle bir tehdit
yokken bu tehdidi yaratmaya çalışmaktansa o döneme bir asrı saadet muamelesi
yapıp benzer uygulamalar önermek, ağaç yokken meyveyi istemek oluyor.”
İlk cümleye
katılıyorum. Sosyalist ve sendikal hareketler güçlüyken ve dünya sisteminde bir
sosyalist alternatif varken Batı kapitalizmi işçilerini razı etmek ve cezbetmek
için tavizler verdi; eğitim, sağlık, ulaşım gibi hizmetleri ücretsiz kılarak
sınıf atlama imkanları sundu. Sovyetlerin çöküşü ve sosyalist hareketlerin
zayıflamasıyla bu tavizleri verme gereği duymadı, eğitim yoluyla sınıf atlama
imkanı da özel üniversitelerin burslu kontenjanlarına kadar daraltıldı. İngiliz
ekonomi sosyoloğu Bob Jessop bunu tek ulus’tan ikili ulus’a geçiş olarak tasvir
ediyor: Sosyal refah devleti döneminde tüm ulusa bu imkanlar sunulurken,
neoliberal dönemde ulus ikiye bölünüp küçük bir azınlığa sunulur oldu ve başaran
küçük azınlık başaramayanlara gösterilerek “Bak o mor inek başardı, sen
başaramadın. Sen de farklı olsaydın, çok çalışsaydın sen de başarılı olurdun” denilmekte.
Yukarıda alıntıladığım paragrafın ikinci cümlesine dair ise Keynesyen ve Keynes ile Marx arasında bir sentez arayışı olan ve yakın durduğum post-Keynesyen yaklaşımın, Marksizm gibi bir ideoloji olmadığını, sadece Makroekonomi’ye dair bir çerçeve sunmaya çalıştığını söylebilirim. Yani post-Keynesyen yaklaşım, Marksizm gibi, tarihe, psikolojiye, sosyolojiye, antropolojiye, devlete, siyasete dair kendi içinde tutarlı olmaya çalışan ve her şeyi açıklamaya çalışma çabası içinde olan bir ideoloji değil. Sadece işsizlik, enflasyon, kamu bütçesi, faiz, yatırım, cari açık gibi makroekonomik fenomenler arasındaki ilişkileri anlamaya ve verili koşullar içinde sosyal refahın nasıl adil bölüşülüp artırılabileceğine dair politikalar öneren ‘mütevazı’ bir çaba. Dolayısıyla bakış açısı ve imkanları kısıtlıdır. Ama her post-Keynesyen iktisatçının kendi meşrebince bir devlet, toplum, sosyoloji anlayışı ve varsayımları var. Milliyetçi post-Keynesyenler de var, liberal devlet anlayışına yakın olanlar da. Küreselleşmeyi dönüştürmekten, demokratikleştirmekten yana olanlar da var, küreselleşmeye karşı olanlar da.
Bu noktada şunu sıkça vurguladığımı da hatırlatmalıyım: Kamu istihdamını ve kamu yatırımlarını ekonomiyi istikrara kavuşturması ve eşitsizliği, yoksulluğu, işsizliği azaltması için öneriyoruz fakat Türkiye pratiğine baktığımızda bu enstrümanlar tam tersi yönde kullanılıyor. Örneğin Prof. Erol Katırcıoğlu, 1991’de DYP-SHP koalisyonunda Başbakan Erdal İnönü’nün ekonomi danışmanlığını yaparken, KİT’lerin hammadde ve girdileri maliyetlerinin altında holdinglere satıp holdinglerin aşırı kar yapmalarına imkan sağlarken, oluşan görev zararını artan bütçe açığı üzerinden vergi olarak yurttaşlara bindirildiğini tespit etti ve “Bana kalsa KİT’leri bedava satarım” dedi. Bir diğer örnek, AKP dönemindeki çifte maaaşlar ve hem AKP döneminde hem de öncesinde yeterince erk sahibi olan koalisyon ortağı partilerin kamu kurumlarına yandaşlarını doldurması durumu. Her iki örnek de kamu yatırımı ve kamu istihdamının eşitsizliği artırıcı etki gösterdiği durumlar. Dolayısıyla demokratikleşmiş ve karar alma süreçleri adem-i merkezileşmiş (yerelleşmiş), iktidarın parçalandığı bir devlet gerekiyor bu önerilerin hedeflediği sonuçları üretmesi için. Ama devletin demokratikleşmesi, nasıl demokratikleştirileceği tartışması post-Keynesyen iktisadın haddini ve sınırlarını aşıyor. Her post-Keynesyen iktisatçı, kendi demokrasi algısına ve ülkesine göre bir siyasi pozisyon alabiliyor.
Nevzat Bey,
yazısının sonunda şunları söylüyor:
“Talep edilmesi
gereken, insanlığın mevcut gelişkinlik düzeyine göre belirlenecek temel
ihtiyaçların bedelsiz karşılanmasının bir yurttaşlık hakkı olarak tanınması ve
bunların karşılanmasının devletin temel sorumluluğu haline getirilmesidir.”
O zaman şu soru
gündeme gelir:
Kamu istihdamı ve
yatırımları yoluyla istihdamın ve ücretlerin artırılması gibi Keynesyen sosyal
refah politikalarının uygulanmasını mümkün kılacak bir “daha eşitlikçi bir
düzen tarafından tehdit edilmesi durumu” yok ise, temel ihtiyaçların
karşılanmasını yurttaşlık hakkı olarak devletin sorumluluğu haline getirmek
niye mümkün olsun?
İlki mümkün
değilse, ikincisi de pek ala mümkün değildir?
Fakat benim daha
çok mesele ettiğim, devrimi ya da dünyanın herhangi bir yerinde yine
kapitalizme alternatif olarak tehdit olabilecek sosyalist bir rejimin
kurulmasını beklemek zorunda mıyız sosyal refah politikalarını uygulamak ve uygulanmasını talep etmek için?
Ya da bu
politikaların uygulanması gerçekten devrim ihtimalini bertaraf mı ediyor?
Devrim için illa işçi sınıfının sürünmesi mi gerekiyor? Ben pek emin değilim.
Ben kendi adıma,
şimdi insanların hayat şartları nasıl iyileştirilebilir sorusunun ve
siyasetinin ve dayatılan yoksulluğun bilimsel bir temeli olmadığının ifşasının
peşindeyim.