Ana akım iktisatçılara 14 soru
Ana akım iktisatçılar, daha önce kendilerine defalarca sorduğum ve burada toparladığım aşağıdaki sorulardan istediklerini yanıtlayabilirler. Bir tanesine bile cevap versinler, bir daha musallat olmayacağım. Ama bu temel sorulara yanıt vermedikleri sürece, kendilerine şarlatan deme hakkım baki kalır.
1- Kamu borcu bütçe açığını finanse ediyorsa neden hiçbir ülkede ikisi denk değil?
2- Almanya devleti bütçe fazlası verdiği 2013-2019 arasında neden borçlandı? Ve bu dönemde bütçe açığı veren Fransa ile faizi ve enflasyonu neden eşit idi ve beraber hareket ediyordu?
3- Teorinize göre bütçe açığının faizi artırması için piyasadaki para miktarını azaltması ve enflasyonu artırması için para miktarını artırması lazım. Bütçe açığının para miktarını aynı anda hem artırması hem azaltması nasıl mümkün?
4- Finans derslerinizde Capital Asset Pricing Model’i öğretirken devlet tahvilleri için devletlerin batmayacağı gerekçesiyle risksiz derken, makroekonomi derslerinde ve kamuoyunda neden “Bütçe açığı ve kamu borcu artarsa devletin batma riski artacağı için tahvil faizleri yükselir” diyorsunuz? Ülkelerin kamu borçları ve faizleri arasında bir ilişki olmamasına rağmen bunu söylemekten neden çekinmiyorsunuz?
5- Yeni kurulan bir devlet vergi toplayacak memurlarının maaşlarını nasıl öder sizin teorinize göre?
6- MB para arzını kontrol ediyorsa ve faiz piyasada belirleniyorsa, neden MB’na faiz artırmasını öneriyorsunuz da piyasada belirlenir dediğiniz faizin artması için para arzını azaltmasını önermiyorsunuz?
7- Kamu borcu gelecek nesillere yükse, neden savunduğunuz neoliberal dönemde 1980’den beri kamu borcu artarken kurumlar vergisi oranları düşürülüyor?
8- Reel faiz pozitif olmadan, tasarruflar ve işsizlik artmadan enflasyon düşmüyorsa, faiz artışı ile enflasyonu düşürdü dediğiniz ABD’de mevduat faizleri %0.5’da kalırken, işsizlik ve tasarruflar artmazken, kredi talebi artarken enflasyon neden düştü?
9- Reel faizler hala negatifken ve enflasyon hedefi olan %5’in ve 2024 sonu hedefi %38’in çok uzağındayken neden faiz indirimi öneriyorsunuz? Azalan banka karları ve faizler yüksekken ucuzdan tahvil satın almış küresel finans şirketlerin karları için mi? %5 enflasyon hedefinin neye göre belirlendiğini gösterir çalışmanız var mı?
10- Reel harcama artış oranı pandemi öncesinin altında olmasına rağmen ve yoksulluk artarken, arz ve kar kaynaklı enflasyona aşırı talep kaynaklı demeyi nasıl başardınız?
11- Bankalar krediyi topladıkları mevduatlardan veriyorlarsa neden MB faiz indirdiğinde faizlerini indirirler? Ve neden kredi talebi arttığında faiz artırmazlar?
12- Talep artışı fiyat artışı ile karşılanıyorsa neden reel büyüme oranları çoğunlukla (kriz dönemleri hariç) pozitif?
13- Bütçe açığını düşürmüş KKM servet transferi ve bütçeye yük iken, kuru düşürmeyi başaramamış, KKM'nin 1.5 katı ödeme yapılmış, bütçe açığını artırmış faiz artışı servet transferi ve bütçeye yük değil mi? KKM ödemelerinin fakirden alınan vergiyle zengine yapıldığını, faiz ödemelerinin ise zenginden vergi alıp fakire yapıldığını mı sanıyorsunuz?
14- Savunduğunuz politikaların sonuçlarını (ekonomide daralma, bütçe açığında artış, yabancıların tahvilden kazançları, iflas eden firma sayısındaki artış) eleştirmeyi nasıl başarıyorsunuz ve ne zaman yanıldığınızı kabul etmeyi düşünüyorsunuz?
ilhan dögüs
post-Keynesian economics
30 Eylül 2024 Pazartesi
16 Eylül 2024 Pazartesi
Güçlü kamu ekonomisi, zayıf devlet: Marksizm, devrim, demokrasi
Anaakımcılar karşısında Marksist
iktisatçılar ve post-Keynesyen iktisatçılar arasındaki farka vurgu yaparak
başlayayım önce.
Bana öyle geliyor ki, anaakımcı
iktisatçılar Marksistleri toplum nezdinde pek de mümkün olarak algılanmayan
uzak bir ütopya sundukları için kendilerine ciddi bir tehdit olarak
görmüyorlar. (Bunu Marksistleri küçümsemek için değil, anaakımcıların kibrini vurgulamak
için söylüyorum.) Marksist iktisatçılar da anaakımcıların teorilerinin ve
önermelerinin mevcut kapitalist ekonomide geçerli olduğunu sanıp “Sizin
düzeninizde enflasyon talep ve ücret kaynaklı olabilir. Bütçe açığı dediğiniz
gibi faizi ve enflasyonu artırabilir, ama bizim düzenimizde böyle olmayacak.
Biz başka bir iktisadi düzen tasarlayacağız” diyen bir konumdalar. Dolayısıyla
neoliberal anaakım iktisada sadece emek-karşıtı olmak üzerinden itiraz
geliştiriyorlar.
Fakat post-Keynesyen iktisatçılar olarak, hem anaakım teorinin kapitalist ekonomiyi yanlış anladığını ve anlattığını vurguluyoruz, hem de emek lehine olacak politikaların imkansız ve zararlı olduğuna dair iddialarının yalan olduğunu ortaya seriyoruz. Dolayısıyla kendileri için Marksist iktisatçılara nazaran daha büyük bir tehdit arz ettiğimizden Marksist iktisatçıları muhatap alırlarken, yalanlarını ve tutarsızlıklarını ifşa eden post-Keynesyen iktisatçıları tamamiyle görmezden geliyorlar (akademide de, sosyal medyada da).
Kusura bakmasınlar ama paranın
içselliğini (yoktan yaratılmasını) önemsememiş, kavramamış durumda çoğu
Marksist iktisatçı. (Bunda Marks’ın M-C-M’ meselesini yakaladığı halde finansı
Kapital’in 3. Cildine atacak kadar önemsemeyip, artı-değerin türevi ve ‘hayali
sermaye’ görecek kadar küçümsemesinin ve ödünç verilebilir fonlar teorisine
itimat etmesinin de (bkz. Kapital 3. Cild, 25. Chapter) büyük payı var.)
Paranın içselliği kavranmayınca da anaakımcıların “enflasyon para basmaktan ve
talepten dolayıdır“ yalanına da kanıyorlar. KKM’ye tıpkı anaakımcılar gibi,
„para basılacak enflasyon yaratacak“ demeyen saygın Marksist iktisatçı yoktu
mesela.
Post-Keynesyen bir makro
iktisatçı olarak temel derdim, yoksulluğu, işsizliği ve eşitsizliği şimdi
minimize edecek politikaları ve bunun teorik altyapısını sunmak. Bunu da kamu
bütçesini, bu hedefler doğrultusunda tasarlamak ve bunun önünde anaakımcıların
söyledikleri finansman kısıtlarının olmadığını göstermek.
Bunun devleti güçlendireceği
eleştirisi getirilebilir. Fakat devleti ekonomik olarak küçültmeyi önerenlerin
politik olarak güçlü devletten yana olduklarını ve devletçi olduklarını
vurgulamak gerekiyor. Sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede anaakımcılar egemen
kimliğe mensup iken siyasi olarak devletlerini pek severler ve çıkarlarını
savundukları küresel tekelci finansın lehine politikalarını dayatan
devletlerini eleştiren bir siyasi hat izlemezler. Merkez Bankası başkanının
görevden alınması dışında itiraz ettikleri bir husus olmamıştır. Daha önemlisi,
devleti ekonomiden çeken neoliberal politikaların uygulanması, askeri
darbelerle ve devletin zor gücüyle başarıldı.
Yeniden bölüşümcü, emek yanlısı
sosyal refah politikaları politik olarak zayıf devleti gereksinir çünkü güçlü
devlet, kamu yatırımı ve kamu istihdamı gibi enstrümanları sermaye ve işçi
sınıfını kendi lehine bölüp eşitsizliği artıracak şekilde tasarlayacaktır.
Türkiye iktisadi tarihi bunun en berrak örneğidir. Fakat daha önemlisi, sosyal
refah devletinin bütçesini yapacak olan Meclis ve o Meclis‘e baskı kuracak
sosyal hareketler ne kadar çoğulcu ve bürokrasiye karşı ne kadar güçlü ise,
çıkacak sonuç da o kadar toplumun geniş kesimlerinin lehine olacaktır. Bütçe
Meclis’ten geçtiği anda zaten para Hazine’nin bankası MB tarafından yoktan yaratılmış ve ilgili bakanlıklara aktarılmış oluyor. (Pandemi ile mücadele için 2020
Mart‘ında Almanya’nın 2019 vergi gelirinden sadece 40 milyar Euro düşük olan
750 milyar Euro tutarındaki paketi ve ABD’nin 3 trilyon Dolar tutarındaki
paketi, yine ABD Senatosu’ndan Ukrayna’ya silah vs yardımı onaylanması, Alman Meclisi'nin yıl içerisinde Alman ordusuna modernizasyon için Haziran 2022’de ayrılan
100 milyar Euro tutarındaki ek fon, ABD Senatosu’nın Haziran 2023’te kamu borç
tavanını yükseltmesi, Eylül 2024’te Intel’e ayrılan 3.5 milyar Dolar
tutarındaki hibe, 2008 krizi sonrası büyük firmaları kurtarma paketleri,
miktarsal genişleme (quantitative easing) programı ile alınan trilyon Dolar
düzeyindeki tahviller vs hepsi, vergiler ve kamu borcu artırılmadan meclislerin
onaylamalarıyla yoktan yaratılan meblağlar idi).
O halde, bu parayı yoktan yaratan kamu harcamasını tasarlayacak Meclis’in demokratikleşmesi, güçlenmesi ve çoğulculaşması gerekiyor ki, bütçe toplumun geniş kesimi lehinde sosyal politika tasarlanıp uygulanabilsin. Bu güçlü demokrasi, güçlü kamu ekonomisi ve politik olarak zayıf (baskıcı olmayan) devletin en güçlü örneği, sendikaların şekillendirdiği İsveç sosyal refah devletidir.
***
Nevzat Devrim Önal, 19 Temmuz tarihli blog yazıma 8 Ağustos tarihli cevabında “Refah politikalarını savunmak
için devrimi mi beklemeliyiz? yönündeki soruma “Hayır. Refah politikalarını
savunmak için devrimi beklemeye gerek yok. Ama bu politikaların gerçekçi
biçimde talep edilebilmesi için düzene tehdit oluşturan, basınç yaratan güçlü
bir devrimci mücadelenin varlığına ihtiyaç var” derken, burjuva demokrasisinde
son kertede işçi sınıfına kendi siyasetini yapmasına izin verilmeyeceğini
vurguladı. Bu tartışmanın Ralph Miliband ile Nicos Poulantzas arasındaki
‘devletin görece özerkliği’ tartışmasının küçük bir izdüşümü olduğunu söyleyip
ilgi duyanları o tartışmaya yönlendirip bazı önkabullerimi sıralayayım:
1- Günümüzde salt iki sınıf arasında bir çatışma olduğuna ikna
değilim. Sınıf ilişkileri çok daha çetrefilli bir hale gelmiş durumda. Dünyaya parçalanarak yayılmış üretim süreci içinde en tepedeki en zengin %10 ile en
alttaki %10 haricinde kalan %80’in hem sömürülen hem sömüren konumunda olduğunu
düşünüyorum (Bu rakamlar tartışılabilir). Yani Alman ya da Amerikalı bir işçi,
Hindistanlı, Bangladeşli bir sermayedarı sömüren bir konumda. Benzer durum, bir
ülke içinde azınlık kimliklere mensup sermayedarlar ile egemen kimliğe mensup
işçiler için de geçerli. Öyle olunca „Ezilenlerin Sosyalist Birliği“ gibi
laflar pek kimseyi cezbetmiyor, çünkü çok küçük bir azınlık dışında kimse
ezildiğini düşünmüyor- ki zaten birilerini sömürdüğünün ve düzenden
nemalandığının da farkında. Ayrıca işçi sınıfı ve sermaye sınıfı da kendi
içinde gelir gruplarına ve kimliklere bölünmüş durumda. Karşımızda her zaman
birbirine bilenmiş iki sınıf yok. Kimlik krizinde aynı kimliğe mensup farklı
sınıflar yanyana gelirken, sınıf krizinde aynı sınıfa mensup farklı kimlikler
yanyana gelebiliyor. Bu okumaya dayanarak, Herbert Gintis ve Samuel Bowles’in
„modern tarihte sınıfsal talepler yurttaşlık talebine tahvil edildikleri ölçüde
başarılı oldular“ şeklinde özetleyeceğim önermesine katılıyorum. Sınıfın bugün
iktisadi ve sosyolojik bir olgu iken siyasi bir olgu olmadığını
hatırladığımızda, sınıf siyasetinin yurttaşlık siyasetiyle buluşmasının ciddi
potansiyelleri olacağını da gözden kaçırmamak gerekiyor.
2- Sınıfsal çelişkilerin keskinleştikçe işçi sınıfının bilenip
devrimci bilincinin güçleneceği, devrim ihtimalinin güçleneceği beklentisinin
yerini kimlikçi aşırı sağın yükselişinin sebep olduğu hayal kırıklığına
bırakması da temel olarak sınıfların çetrefillenmiş olması ve bölünmüş olması
ile alakalı gibi geliyor bana. Fakat bir o kadar da belirleyici faktör, birçok
sosyal-psikoloji çalışmasının ortaya koyduğu üzere öfkenin değil umudun
birlikte hareket etmeyi, örgütlenmeyi tetiklediği olgusudur. Dolayısıyla, bugün
sosyal refah politikalarını savunmak ve gerçekleştirmek, ‚palyatif‘ çözümlerle
devrim ihtimalini bertaraf etmek değil, işçi sınıfına özgüven kazandırarak
değişime dair umudunu beslemek olacaktır çünkü insanlar şimdi hayatlarına
değecek çözümlere daha çok ilgi gösterirler.
Bunlara dayanarak, güçlü bir
sınıf siyasetini sadece korkunç bir yoksullaşmayla karşı karşıya olan
çalışanların kazanımları için değil, demokrasinin kalitesinin ve içeriğinin
güçlendirilmesi için de elzem görüyorum.
Benim bugün önerdiğim sosyal refah politikaları elbette 1970lere ve o günün bakışına göre gericidir. Ama o kadar mevzi kaybedildi ki, bugün bu talepler devrimci kalmaktadır. Benzer bir durum, Türkiye için „Kimse 365 gün iddianamesiz, delilsiz tutuklu kalmasın.“ gibi basit bir talebin radikal devrimci bir talep haline gelmesinde de yaşandı. Burjuva demokrasisi diye burun kıvrılan kazanımlar budandığından beri nefes alamaz oldu ülke. Daha çok önemsediğim husus ise, ifade özgürlüğü, suçun bireyselliği, masumiyet karinesi, protesto hakkı, eşit oy hakkı, tarafsız yargı vb. bu kazanımlar her ne kadar liberal ‚idea’lar olsalar da, işçi hareketlerinin, kadın hareketlerinin ve sosyal hareketlerin mücadeleleriyle anayasal ve yasal güvence altına alındılar. Bunları küçük ve palyatif görmek, işçi sınıfının mücadele tarihini de küçük görmek gibi geliyor bana.
5 Eylül 2024 Perşembe
Takdir ettiğim 2 anaakımcı: Atilla Yeşilada ve Refet Gürkaynak
Anaakımcılara hem yalan teorilerle topluma yoksulluk dayattıkları için hem de yanılgılarıyla yüzleşmedikleri, eleştirilerimize cevap vermedikleri için öfkeliyim. Görmezden gelinmek haklı bir öfke yaratır.
Ama 2 kişiyi ayırt etmeliyim:
1- Atilla Yeşilada. Atilla Bey, Selva Demiralp, Özgür Demirtaş, Mahfi Eğilmez ve Şeref Oğuz gibi kitlelerin, takipçilerinin tepkisinden korkup çark etmedi, önceki söyledikleriyle ve teorisiyle çelişecek tavra tenezzül etmedi.
Başından beri acı reçete ve kemer sıkma öneren Selva Demiralp gibi gelen tepkiler üzerine sanki zenginler harcamalarını kısacakmış, zaten tasarruf etmiyorlarmış gibi "Ben yoksullara değil zenginlere kemer sıkma öneriyorum" demedi.
"Aşırı kar diye birşey yok, firmalar gelecekteki maliyet artışlarını şimdiden fiyatlarına yansıtıyor" diyip 6 ay sonra "açgözlülük enflasyonu var" diyen Mahfi Eğilmez gibi yıllarca yabancıların gelmesi için faiz artışını savunmamışçasına carry trade'den yabancıların kazandığı yüksek karları eleştirmedi imajını kurtarmak için. Enflasyonun düşmesi için şart koştuğu reel faizin pozitif olmamasına rağmen enflasyon %75'ten %71'e düşer düşmez (ki baz etkisiyle düştüğünü kendisi de söylüyor) faiz indirimi önermesindeki tutarsızlığı sorgulayanlara "bana karşı faiz artışını savunuyorlar" diye cevapladığını sanacak kadar tutarlı birisi Mahfi Bey.
"Ücret artarsa enflasyon artar, satın alabileceğinizden daha azını satın alırsınız, daha az iskender yersiniz" diyen Özgür Demirtaş gibi "yüksek faiz kahrediyor, asgari ücret yoksulluk sınırının altında" diye kıvırmadı.
Yıllarca "Arjantin olacağız" diyip sonra yanılınca öyle dediğini inkar edip, öyle dediğinin kanıtını sunanlara "karaktersiz, yalancı" demedi üsluplu kibar Murat Kubilay gibi.
Gerçi destekledikleri Mehmet Şimşek ve ekibinin karşı çıktıkları KKM'ye 2 Eylül'de geri dönmesine dair suskunluklarını takdir ettiğimi de ifade etmeliyim. Pekala KKM'yi savunmaya başlayıp, KKM'yi doğru bulduğumuz için "hükümete yanlıyorlar" iftiralarını attıkları biz heterodoksları KKM'ye karşı çıkmakla itham edebilirlerdi. Nitekim Mahfi Eğilmez, "Asgari ücretin artırılmasına karşı çıkanlar carry trade'den kazanılan paraya birşey demiyor" bile dedi.
Anaakımcılar, ABD'de Ekim 2022'de enflasyon düşmeyip artınca, "Fed geç kaldı", "Gecikme etkisi. Enflasyonun düşmesi 3-4 yıl sürer" diyip, enflasyonu tetikleyen arz sorunlarının giderilmesiyle Ocak 2023'te enflasyon düşünce de Fed'in başarısı olarak sunduklarında nasıl bir tutarsızlık performansı sergileyebileceklerinin ipuçlarını vermişlerdi.
Utanmanın norm olmaktan çıktığı post-truth çağında herşey mümkün...
Ama kitleleri karşısına alacak cesareti gösteriyor Atilla Bey. Kemer sıkmayı önermeye devam ediyor. Emek ve refah karşıtı olduğu için kızabilirim ama kitleleri karşısına alacak cesareti göstermek, entelektüellik göstergesidir. Atilla Bey'in bu tavrı takdir edilmelidir. Yalnız kalmayı göze alamayan entelektüel olamaz.
2- Bir diğer takdir ettiğim anaakımcı Refet Gürkaynak'tır.
Refet Bey, diğer arkadaşları gibi Mehmet Şimşek ve ekibini desteklemek gafletine düşmedi. Önerdiği politikaların çalışmadığını kabul ediyor mu bilmiyorum ama en azından diğerleri gibi sahiplenmedi, Şimşek'i desteklemek için boncuk gibi dizilmedi. Özgür Demirtaş gibi "vatan-millet meselesidir bu" diyerek destek videoları çekmedi.
Yanıldığını henüz söylemese bile, suskunluğu değerlidir.
Beni soru ve eleştirilerim karşısında üslup bahanesine sığınıp bloklamayan da sadece ikisidir. Diğerlerinin hangi twitim üzerine blokladıklarının listesi bu linktedir.
Ama en çok kızdığım ise Hakan Kara'dır.
Diğerleri ekonomik analizin çekirdeği, temeli olan paranın yoktan yaratılması meselesini bilmiyorlar, bir türlü kavrayamıyorlar. (Ezberlerinden öteye gidemiyor ama bildiği yanıldığına yetmeyen, yıllarca MB Başkan Yardımcılığı yapmış olmasına rağmen hala kamu harcamasının Hazine'nin bankası olan MB tarafından yoktan yaratılan para ile finanse edildiğini bilmeyen, faizin MB tarafından belirlendiğini kavrayamayan Fatih Özatay başkalarına ezberci mezhepçi diyor ama olsun.) Fakat Hakan Kara bunları bildiği halde para arzının MB tarafından dışsal belirlendiği, kredinin mevduattan verildiği iddialarına dayanan neoliberal kemer sıkma politikalarını savunuyor. Bu, yanılgılarıyla yüzleşemeyen diğer anaakımcılarınkinden daha ağır bir entelektüel haysiyet sorunudur. Bile bile yalan söylüyor çünkü Hakan Kara. Fatih Özatay, Özgür Demirtaş, Selva Demiralp, Mahfi Eğilmez, para arzının içselliğini- faizin dışsallığını bilmediklerinden, kavrayamadıklarından duruma göre, tepkilere göre çark ediyorlar. Onlarınki daha masum...
Teorilerine ve argümanlarındaki çelişki ve tutarsızlıklarına dair bu yazımda özetlediğim varoluşsal, hayati eleştirilerime yanıt vermedikleri sürece entelektüel haysiyetlerini sorgulama hakkım bakidir.
Finans derslerinde öğrettikleri finansal varlıkların fiyatlarını modellemelerinde devlet tahvillerini devlet batmayacağı için risksiz addederken, makroekonomi derslerinde bütçe açığı çok artarsa devletin borcunu ödeyememe riski artacağından faiz artar diyenlerin entelektüel haysiyetini sorgulamak, bu yalanlarla yoksulluk dayatılan toplumun haysiyetini savunmaktır.
Kur ve enflasyon sorununa tekelleşme ve finans yanlısı faiz artışı yerine emek yanlısı maliye politikası önerileri
İthalat bağımlısı yaptıkları ülke cari açık verse cari açığı azaltmak için, cari fazla verince de artan bütçe açığını kapatmak için kemer sıktıran anaakım yaklaşım, maliye politikasını tasfiye edip iktisat politikasının tüm yükünü para politikasına yıktı son 40 yılda tüm dünyada. Oysa faizlerin ekonomiyi canlandırmakta ve enflasyonu baskılamakta sandıkları gibi bir etkisi yok çünkü enflasyon arz kaynaklı, yatırım talep güdümlüdür ve talep zayıfken faizlerin yatırımları tetikleme kapasitesi düşüktür.. Zira faiz artışı sayesinde enflasyonu düşürdüler dedikleri ülkelerde tasarruflar ve işsizlik söyledikleri gibi artmadı. Dahası, ülke ekonomisi öyle tasarlanmış ki, faiz indirilince de artırılınca da enflasyon nüksediyor. Üretimin ithalat bağımlılığı yüzünden enflasyona karşı korunma amaçlı dövize yönelmenin önüne geçecek regülasyonlar yapılmadan indirilen faiz de, vergi gelirlerinin ithalata bağımlılığı yüzünden uyduruk denk bütçe hedefi çerçevesinde zamlarla kapatılacak bütçe açığını artıran faiz artışı da enflasyonu artırıyor.
Başından beri söylediğimiz, faiz indirmek de faizi artırmak da enflasyona çare değil, faiz bir bölüşüm enstrümanıdır. Her ay merkez bankasının faiz kararının ne olacağına dair beklentiler, anaakım iktisadın iddia ettiği gibi fiyatlama kararlarını değil tahvil üzerindeki finansal spekülasyonları besliyor. Zaten MB kararlarıyla ilgilenenler de, MB’nin beklenti anketine cevap verenler de reel sektör değil, finans sektörüdür.
Dolayısıyla enflasyonla mücadelenin baş aktörü, finansallaşmayı besleyen para politikası değil, adil gelir bölüşümünü, istihdamı, kalkınmayı hedefleyen bir maliye politikası olmalıdır.
Bu öneriler üzerine daha önce birkaç yazı yazdım:
1- Eğitim, sağlık, ulaşım, elektrik, doğalgaz gibi temel hak ve ihtiyaçları kamu eliyle ücretsiz veya çok ucuz sunmak, hane halklarının bütçelerini rahatlatmak.
2- Gıda ürünlerine KDV oranlarını düşürmek, denk bütçe hedefinden vazgeçmek. (Bütçe açığı denk bütçe hedefi olmadığı sürece enflasyona sebep olmaz. Kendi yarattıkları sorunu kendilerine kanıt olarak sunacak kadar bilimsel etik standartlarından uzaklar. Enflasyonun para basmaktan kaynaklanmadığı bir yana, bütçe açığının sebep olduğu para miktarı toplam para miktarının %5’i kadar ve bu %70 enflasyonu açıklayamaz.)
3- Enflasyonun asıl sebebi olan büyük firmaların, özellikle de büyük zincir marketlerin aşırı kar fiyatlamalarını önleyecek vergi düzenlemeleri. (Firmaların fiyatlama kararlarına müdahalenin serbest piyasaya aykırı olduğunu söyleyenlere, önerdikleri ve savundukları enflasyon hedeflemesinin firmaların ücret ve istihdam kararlarına müdahale olduğunu hatırlatmak, onları utandırmıyorsa beni hiç utandırmaz).
4- Ev sahipliği oranı artırılana kadar geliri belli bir seviyenin altında olanların kiralarını üstlenmek. Oluşacak aşırı para arzı ev sahiplerine tahvil satılarak emilir. Tahvil ihracının faizleri yükseltmesi durumunda da ya MB faizleri düşürür, ya da MB tahvilleri bankalardan ‘rezerv para’ vererek geri alır. (Almanya’da 1965’te kira yardımı devreye girdi. Herhangi bir enflasyonist etkisi olmadı).
5- Fiyatlara yansıtılmayan ücret artışı oranında vergi indirimi.
6- Asgari ücreti yoksulluk sınırının üzerine çıkartıp, talebi dayanıksız ürünlerden dayanıklı ürünlere kaydıracak bir ücret artışının tetikleyeceği verimlilik artışıyla enflasyonu baskılamak pek ala mümkün. Talebin, ücretlerin sebep olduğu enflasyon %5'i geçmez çünkü talep artışı sermaye-yoğun sektörlerde üretim artışıyla karşılanır. Öyle olmasaydı reel büyüme oranı çoğu zaman pozitif olmazdı. Reel büyüme oranı pozitif ise, demek ki firmalar talep artışına fiyat artışından ziyade üretim artışıyla karşılık veriyorlar. Ücretler, reel ücret artışı verimlilik artışının üzerine çıktığı zaman enflasyona katkı sunar ve bu katkının maksimum olduğu yıllar, enflasyonun oldukça düşük olduğu yıllardır.
7- Eğer kuru düşürmek için yabancıyı yüksek faizle cezbetmek isteniyorsa da bunun için küçük ve orta ölçekli firmaları ve ücretleri baskılandığı için kredi kartına yönlendirilen hane halklarını iflasa sürükleyecek kredi faizlerini artıracak politika faizini yükseltmeye gerek yok. Hazine bol miktarda tahvil ihraç ederek tahvil fiyatlarını düşürüp faizlerini yükselterek de yabancı finansal yatırımcıyı cezbedebilir (Tabi ABD’nin ve diğer merkez kapitalist ülkelerin faiz artırmadıkları dönemde). Bunun banka bilançolarına etkisini kompanse etmek için de MB’nin bankaların likidite ihtiyaçlarına düşük repo (politika) faiziyle tam karşılık vermesi gerekir. Parayı yoktan yaratan MB da herhangi bir finansal kısıta tabi değildir. Zaten bütçe açığı cari açığın üzerine çıktığı sürece bankaların da likidite açığı değil, likidite fazlası olacaktır.
Şimdi bunlara kurun enflasyona etkisini kırmak üzere yeni bir ek yapmak istiyorum:
Daha önce ithalat bağımlılığını düşürecek ve dış ticaretin kompozisyonunu dönüştürecek kamu yatırımlarının tasarlanmasını önermiştim. Açık ki, ithalat bağımlılığı kısa vadede düşürülemez. Fakat döviz kurunun enflasyon üzerindeki etkisini yumuşatmak imkânsız değil.
Devlet, artan kuru dindirmek için faiz artırıp kur-faiz sarmalına girmek ve bilançosu kırılgan olan firmaları ve hane haklarını iflasa sürüklemek yerine kurdaki yükselişten kaynaklı girdi maliyetlerindeki artışı fiyatlarına yansıtmayan firmalara da vergi indirimi sunabilir. Ya da kur farkını ödemeyi taahhüt edebilir. Bunun için ücret ve istihdam artışını da şart koşarak çalışanların yaşam koşullarını iyileştirebilir.
Böylece ithalat bağımlılığı düşmemiş olsa da özellikle aramalı ve hammadde üzerinden kendisini gösteren kurun enflasyona etkisi absorbe edilmiş olur. Kur ile enflasyonun bağı kırıldığındaysa yurttaşların fiyatlarını ve tasarruflarını dövize endekslemelerine de gerek kalmaz ve kur da yükselmez. Türkiye’nin şu anki önemli sorunlarından birisi, ücretler haricinde neredeyse her şeyin fiyatının döviz kuruna endekslenmiş olmasıdır.
KKM’de de, Almanya’nın Mart 2020’de meclisten geçirdiği 750 milyar Euroluk Covid ile mücadele paketinde de (2019 vergi geliri 790 milyar Euro idi), ABD’de 3 trilyonluk Covid paketinde de gördük ki, kamu harcaması diğer kamu harcamalarından kısmadan, öncesinde borçlanmadan yapılabiliyor çünkü vergiyle değil MB’nin yoktan para yaratmasıyla finanse ediliyor. (Avrupa ve ABD’de enflasyon 2 sene sonra arz sorunlarıyla nüksetti, Türkiye’de de vergiler KKM kaldırıldıktan sonra bütçe açığını kapatma bahanesiyle artırıldı). Dahası, 2013-2019 arasında Almanya bütçe fazlası verirken bütçe açığı verdiği yıllara göre daha çok borçlandı ve aynı sırada bütçe açığı veren Fransa ile aynı enflasyon ve faize sahipti. Yani, bütçe açığının enflasyonu ve faizi artıracağına dair anaakımcılar tarafından anlatılanlar yalandır. Kaldı ki, bütçe açığının para miktarını artırarak enflasyonu artıracağını söylerken, para miktarını azaltarak faizi artıracağını söylüyorlar. İkisinin aynı anda olamayacağını bile idrak edemiyorlar. Faizin MB tarafından belirlendiğini idrak edemedikleri gibi.
Özetle, kendi parasını yarattığı için batma riski olmayan devletin bütçesine dair şirket bütçesine benziyormuş gibi anlatılan tüm iddialar, hak ettiğiniz refahı talep etmenizi engellemek, sizi yoksulluğa, kemer sıkmaya ikna etmek için uydurulmuş yalanlardır. Bunu Nobel Ekonomi ödüllü anaakımcı Paul Samuelson söylüyor.
Anaakımcıların ve müridlerinin bu önerilere enflasyonu ve faizi artırır yönündeki itirazlarındaki motivasyonları, MB’nin politikalarını ve devlet bütçesini işçiler ve yoksullar lehine tasarlamak yerine tekeller ve finans rantiyerlerine veya inşaat rantiyerlerine dönük tasarlanmasına devam ettirmek. Bütçe açığına faiz artırır diye karşı çıkıp MB’nin faiz artırmasını savunmaktaki garabeti göremeyenleri ciddiye almamanın vakti çoktan geldi.
Yüzyılın felaketi dedikleri tarihin en büyük depremlerinden birinden 4 ay sonra faiz artırıp kemer sıkmaya gitmiş ve bunu desteklemiş bir zeka ve ahlak düzeyinin neoliberal ezberleriyle bu önerilere getirecekleri itirazları ciddiye almayacak kadar bilim ahlakına sahip olanların eleştirileri baş göz üzerine…
12 Ağustos 2024 Pazartesi
Anaakımın uluslararası iktisat anlayışı, finans ve enflasyon
Bu yazıda
şimdiye değin yeterince vurgulamadığım iki husus üzerinde durmak istiyorum:
Enflasyonun
yükselmesinde finans piyasalarının rolü ve buradan hareketle uluslararası
ekonomiye dair anaakım anlayışın eleştirisi.
Başından beri
paranın içselliğini (kredinin yoktan yaratılmasını) vurgulamamız üzerine, bazen
“Niye abartıyorsunuz bu meseleyi bu kadar? Yoktan yaratılsa ne olacak, kredi
mevduattan verilse ne olacak? Çözüm öneriniz nedir? Önemli olan AKP’yi
eleştirmek, ana akımcılarla niye yan yana AKP’ye karşı durmuyorsunuz” gibi
mevzuyu anlamamış, banal eleştiriler aldık. Sanki faiz artışı ve MB
bağımsızlığı dışında hükümete bir itirazları olmayan ana akımcılar refah ve
emek dostu bir perspektif sunuyorlarmış da biz yan yana gelmiyormuşuz. “İnşaat
rantiyerlerine karşı finans rantiyerlerini savunmanın neresi heterodoks, Sol
anlayış?” diye kendilerine sormadan bu eleştiriyi yapan İbrahim Ekinci gibi
Solcu diye tanınan ekonomi gazetecileri, şimdilerde bizzat kendilerinin
önerdikleri faiz artışlarını yapan Mehmet Şimşek politikalarının işsizlik ve bütçe
açığındaki artışlar gibi sonuçlarını eleştiriyor. Tıpkı geçen sene seçim
öncesinde ana akımcıların popülaritesi yüksekken sert faiz artışı önerip şimdi enflasyonu
düşüremeyen Mehmet Şimşek'e tepkiler artınca ve networküne dahil olmak istediği
anaakımlardan beklediği teveccühü göremeyince şimdilerde faiz artışı önerenleri
aşağılayan ezberci, ırkçı heterodoks Oktay Özden gibi…
Paranın
içselliğini vurgulamamız lazım çünkü önereceğimiz çözümleri temellendirmek için
kredinin mevduattan verildiği, kamu harcamasının vergiyle yapıldığı yalanlarını
yıkmamız gerekiyor zira öneriler bu yanlış zanlara temellendirilmiş “Talep
artarsa enflasyon artar”, “Bütçe açığı faizi yükseltir” gibi içi boş
itirazlarla karşılık buluyor. Her
seferinde öyle olmadığını anlatmak için paranın yaratılması meselesini
tekrarlamak gerekiyor çünkü ekonomik sirkülasyonun ilk aşamasını yanlış
tanımlayınca diğer iktisadi fenomenler arası ilişkiler de yanlış kuruluyor.
En temel
olarak, paranın içselliğini, kamu harcamasının MB tarafından yoktan yaratılan
parayla finanse edildiğini kavramayanlar, cari açık ile tasarruf açığı
arasındaki ilişkinin yönünü ters tayin ediyorlar. Özel sektörün tasarruf açığı,
cari açığın ve/ya bütçe fazlasının (ya da cari açığın altında kalan bütçe
açığının) sonucu olduğu halde, sebebi olarak lanse edip kemer sıkma önerilerine
bahane etmekteler. 2009'da Avrupa'da deflasyon sorunu varken de, 2021
sonrasında da enflasyon nüksederken de önerecek kadar kemer sıkma ile obsesif
bir ilişki kurmuş olan zihniyet, ithalattan ve dolaylı vergilerden beslenen
vergi politikalarıyla cari fazla verildiğinde, ithalat azaldığında ise
uydurdukları denk bütçe hedefiyle artan bütçe açığını kapatmak için zam yaparak
kemer sıkma dayatmaktalar.
Finans
ve enflasyon
Parayı ve finansı analizinin merkezine koymayıp reel ekonomiyi ve finansı birbirinden ayrık iki alan olarak gördüğü için küresel finans piyasalarında fiyatı belirlenen emtia fiyatlarının enflasyonu belirlediğini de kavrayamıyor ya da görmezden geliyor bu bakış. Bunu Ann Pettifor sıkça vurguladı. Tabii ki tüm heterodoksların kaderi olduğu üzere görmezden gelindi. Anaakım bu finans spekülasyonların emtia fiyatlarına katkısını, tüketim ürünlerinin fiyatlarını belirleyen büyük firmaların aşırı karlarının enflasyona katkısını ve bunları vurgulayanları görmezden gelip enflasyonu talep kaynaklı gösterebildiği sürece enflasyonu indirme bahanesiyle faizleri artırıp, emtialar üzerinde yaptığı spekülasyonlarla enflasyonu nüksettiren finans sektörüne tekrar kazanç sağlayabiliyor.
Yani
enflasyonu artırırken de, enflasyonu düşürme bahanesiyle faiz arıtılırken de,
küresel finans kazanıyor.
Küresel finans
aktörleri, özellikle türev ürünler piyasalarında ekonominin gidişatına göre
emtiaların fiyatları üzerinde spekülasyon yaparlar. Ekonomi daralma dönemine
girecekse (özellikle merkez bankalarının sert faiz artışlarından ötürü)
emtialara, hammaddelere talebin düşeceği düşüncesiyle pozisyonlarını
shortlarlar (=fiyatı düşünce almak üzere satmak). Ekonominin genişleme, büyüme
dönemine gireceği zaman ya da savaş gibi durumlarda, emtialara, hammaddelere
talebin ve fiyatlarının artacağı öngörüsüyle pozisyonlarını longlarlar (=fiyatı
artınca satmak üzere almak).
Bunu anaakımın
görmezden gelmesinin yanı sıra diğer problem, görmek istese bile makroekonomiyi
ve uluslararası ekonomiyi parasız ve finanssız algıladığı için finans
sektörünün enflasyona katkısını algılayamaz.
Parasız
uluslararası ticaret anlatısı
Anaakım
uluslararası ders kitaplarında (bkz. Nobel Ekonomi ödülü sahibi Paul Krugman’ın
ders kitabı), para yokmuş gibi bir uluslararası ekonomi anlatılır. İçinde
günümüz küresel ekonomisinin etrafında döndüğü finansa dair tek bir ünite
yoktur.
Sürekli
vurguladığımız kapitalist ekonomiyi paranın sadece değiş-tokuş işlevi gördüğü
‘barter (takas) ekonomisi’ sanma hatasını uluslararası ekonomi analizinde de
tekrarlıyorlar. Herkesin birbirini tanıdığı, güven ilişkilerinin olduğu,
verdiği sözü tutmayanların ayıplandığı bir köyde, mahallede takas ekonomisi
kurulabilir. Ama birbirini tanımayan, görmeyen insanların ülkeler arası
ticaretini parasız yapılan takas ekonomisi sanmak, ciddi bir arızadır.
Uluslararası ticaret üzerinde para miktarı yazılı sözleşmesiz, sigortasız
yürütülemez. Dahası, uluslararası ticarete konu olan sanayi ürünleri kredisiz
üretilemezler.
Anaakım
yaklaşım, uluslararası ve bireyler arası ticareti bir ürünü üretmek için
gerekli emek zaman ile ölçülen ‘karşılaştırmalı üstünlükler’ ile açıklar. Bir
ülke veya kişi, bir üründen bir birim daha fazla üretmek için diğer üründen
daha az vazgeçiyorsa karşılaştırmalı üstünlüğü vardır ve o ürünün üretiminde
uzmanlaşmalıdır. Diğer aktör de diğer üründe uzmanlaşmalı ve karşılıklı
ticaretle her ikisi de refahını artırır.
Buradaki
sorun, öncelikle paranın analizde yer almamasıdır. İnsanlar para kazanmak için
üretirler ve daha çok satabilmek, daha çok üretebilmek için para miktarının
artması lazım. Para miktarı sabit kaldığında üretim de artırılamaz. Ürettikleri
ürünü değil, o üretimden edindikleri parayı biriktirme motivasyonu kapitalist
üretimi güdüler. Bu nedenlerle para miktarı, üretime, büyümeye, verimliliğe
nötr değildir, içkindir.
Diğer sorun, ülkeleri bireymiş gibi varsaymasıdır. Evet, bir insan farklı ihtiyaçlarını aynı anda karşılayamaz fakat bu ülkeler için pek geçerli değildir. Ülkeler aynı anda çok sayıda farklı ürün üretebilirler. Bireyler için çizdikleri ‘üretim imkanları eğrisi (production possibilities frontier)’ aynı ölçüde ülkeler için geçerli değildir. O nedenle bu bakış, Fransa’dan Almanya’ya otomobil ihracatı yapılırken aynı zamanda Almanya’dan Fransa’ya otomobil ihracatı yapılmasını açıklayamaz. Bu durumun açıklaması, ürün farklılaştırması ve tüketim tercihleridir. Ama bu durum, anaakım teoriye göre geçici olmalıdır çünkü ürün farklılaştırılmasının olduğu rekabetçi olmayan piyasa yapılarının orta-uzun vadede ürünlerin homojenleştiği ve rekabetin sadece fiyatlar üzerinden yürüdüğü tam rekabetçi piyasaya evrilmesi gerekiyor. Ama gerçek hayatta hiç böyle bir deneyim yaşanmadı. Tarihin hiçbir zaman diliminde hiçbir yerde tam rekabetçi bir piyasa pratiği yaşanmadı.
Bu uluslrarası ticareti karşılaştırmalı üstünlükler ile açıklayan analizin açıklayamadığı bir diğer husus, birim emek maliyeti yüksek olan Belçika, İsveç, Danimarka, Hollanda, Almanya gibi ülkelerin dış ticaret fazlası verirken ihracatlarının GSMH'ya katkılarının, birim emek maliyetleri düşük olan Çin, Türkiye gibi ülkelerin ihracatlarının GSMH'ya katkılarının üzerinde olmasıdır.
Kaynak: World Bank
Post-Keynesyen
alternatif: Thirlwall Kanunu
Küresel
düzeydeki eşitsiz iş bölümünü ve üretimin işçinin grevden gelen pazarlık gücünü
kırmak için küresel düzeyde parçalanmasını açıklayamayan bu bakışa karşı
ekonomiyi arz değil talep temelli gören post-Keynesyen yaklaşım, döviz kurunu
ticaret hacminin değil, ülkeler arası faiz farklarınca güdülenen finansal
akımların (sıcak paranın) belirlediğini vurgular.
Post-Keynesyen
yaklaşıma yakın olan Anthony Thirlwall, borcu ve talebi analizinin merkezine
alan “Ödemeler dengesi kısıtlı büyüme modeli” ile alternatif bir açıklama
sunar. Thirlwall Kanunu olarak da bilinen bu teoriye göre, hiçbir ülke, sürekli
büyüyen cari açığını finanse edemediği sürece, uzun vadede cari ödemeler
dengesi ile tutarlı orandan daha hızlı büyüyemez. Yani bir ülkenin büyümesi,
ihracatına olan talebin esnekliğiyle doğru orantılı, ithalatının gelire olan
esnekliği ile ters orantılıdır, dolayısıyla cari açığı ile sınırlıdır.
Mekanizmayı
şöyle açıklar Thirlwall: Artan dış borç, yabancı alacaklıların borçlu ülkenin
geri ödeme yapıp yapamayacağı konusundaki şüphelerini artırır ve artan ticaret
açıkları, alacaklılar için sermaye kaybına neden olan bir devalüasyon
olasılığının arttığına işaret eder. Bu da uluslararası finansman akışının
durmasına ve ödemeler dengesi finans hesabında açık olarak yansıyan döviz rezerv kaybına yol açar. Bu sorunla karşılaşan ülke de yabancı sermayenin
çıkışını durdurmak için çareyi faizi artırmakta bulur fakat bu faiz artışı
iflasları tetikleyerek ekonomiyi resesyona sokar.
İhraç
ettikleri emek-yoğun ve fiyat rekabetinin galebe çaldığı, talebinin fiyat
esnekliği yüksek ürünler olan ama ithal ettikleri sermaye-yoğun, rekabetin ürün
farklılaştırma üzerinden yürüdüğü, talebinin fiyat esnekliği düşük ürünler olan
Türkiye gibi ülkelerin yaşadıkları kronik yapısal cari açık sorunu budur ve
yerel para birimini değersizleştirerek üstesinden gelinebilecek bir sorun
değildir. Ticaret kompozisyonunu dönüştürecek kalkınma ve maliye politikaları
(kamu yatırımları) gerektirir.
Son olarak,
tüketim malları ve üretim girdileri yüksek düzeyde ithalata bağımlı oldukları
için enflasyonun döviz kuruna hassasiyetinin yüksek olan bu ülkelerin maruz
kaldıkları kur-enflasyon-faiz sarmalı, Louis-Philippe Rochon’un da vurguladığı
üzere, enflasyonun kök sebebi olan gelir üzerindeki çatışmanın küresel düzeyde
vuku bulmuş halidir. Küresel finans, emtialar üzerinde yaptıkları
spekülasyonlarla enflasyonu nüksettirip çare olarak dayatılan faiz artışlarıyla
da gelirlerini artırmakta, bu çatışmadan galip çıkmakta.
19 Temmuz 2024 Cuma
Vatandaşlık geliri üzerine: Nevzat Evrim Önal'ın çağrısına cevap
Nevzat Evrim
Önal, Sol haber sitesinde ‘evrensel gelir’, ‘temel gelir’, ‘vatandaşlık geliri’
gibi farklı isimlerle anılan uygulamaya dair Marksist pencereden bütüncül ve
eleştirel bir yazı yazdı.
Sadece alt gelir gruplarına ödendiğini sanması üzerine gelirine bakılmaksızın
tüm yurttaşlara ödendiğini hatırlatmam
nedeniyle bloklayan Uğur Gürses’in mutlaka okuması gereken bir yazı. Önemli
ölçüde katıldığım yazısını Keynesyen, post-Keynesyen iktisatçılara bir çağrı
ile bitirdiğinden çağrıya cevap niteliğindeki bu yazıyı yazmak istedim.
Ben evrensel
gelir uygulamasına aşağıdaki saiklerle karşıyım:
1- Bill Gates’e, Ali Sabancı’ya, Elon Musk’a
aylık düzenli bir para verilmesinin anlamı yok. Zenginlerin harcama eğilimi
düşük, tasarruf eğilimleri yüksek olduğundan bu aldıkları parayı finansal
yatırımlarına ekleyeceklerdir, harcayıp ekonominin canlanmasına katkı
sunmayacaklardır.
2- O nedenle, işsizlik maaşının
artırılması, süresinin uzatılması, şartlarının ve kapsamının genişletilmesi çok
daha anlamlı ve işçilerin pazarlık güçlerine çok daha büyük katkı sunar.
Çünkü nihayetinde pazarlık gücü, anlaşmaya varmadığınız durumda maruz kalacağınız
maliyet ve ayakta kalma kapasiteniz ile ilgili. İşinizi kaybettiğinizde ücreti
ve çalışma koşullarıyla düzgün ve tatmin edici bir iş bulabileceğiniz süre
kadar ve o sürede yaşam koşullarınızı koruyabileceğiniz kadar ödenecek bir
işsizlik maaşı, halihazırda çalıştığınız işyerinde ücretinizi ve çalışma
koşullarınızın iyileştirilmesi yönündeki taleplerinizi seslendirmek yönünde
sizi cesaretlendirir. Türkiye’de ve ABD’de işsizlik maaşı kısa süreli ve az
ödendiğinden işçiler çalışma ve yaşam koşullarını kötüleştiren koşullara boyun
eğmek zorunda kalıyorlar. Kamu istihdamının ve kamu yatırımlarının artırılıp
işsizliği sıfırlamak yönünde tasarlanması, özel sektördeki işçilerin pazarlık
güçlerini ve ücretlerini destekleyici olacaktır. (Özelleştirmelerin verimliliği
artıracağı iddiasının palavra olduğu da son 40 yılda deneyimlendi, verilerle
ortaya kondu.)
3- Vatandaşlık hakkı, vatandaşlık
gelirinden ziyade, Nevzat Bey’in de vurguladığı üzere, temel hak olan sağlık,
eğitim, barınma, ulaşım gibi hizmetlerin ücretsiz kılınmasını gerektirir. Bu
temel ihtiyaçlar fiyatları arttığı sürece istediğiniz kadar vatandaşlık geliri
ödeyin, yine vatandaş değil müşteri konumunda olacaksınız ve vatandaşlık
gelirinin bu hizmetlerin artacak olan ücretini karşılamaya yeteceğinin
garantisi de yok. Ki artırılması talep edildiğinde holdinglerin vergi
borçlanmasına ses etmeyen neoliberal şarlatanlar enflasyona, faiz artışına
sebep olur, bütçe disiplini bozulur diye feveran edip toplumu susturmak üzere
ekranlara çıkacaklar.
Nevzat Bey’in
post-Keynesyen iktisatçılara çağrısına dönecek olursam;
“2. Dünya Savaşı
sonrasında kapitalist dünyada Keynesçi politikalarının uygulandığı otuz yıl,
ancak kapitalist düzenin kendisinden daha eşitlikçi bir düzen tarafından tehdit
edilmesi durumunda tekrarlanabilecek bir dönemdir. Ortada böyle bir tehdit
yokken bu tehdidi yaratmaya çalışmaktansa o döneme bir asrı saadet muamelesi
yapıp benzer uygulamalar önermek, ağaç yokken meyveyi istemek oluyor.”
İlk cümleye
katılıyorum. Sosyalist ve sendikal hareketler güçlüyken ve dünya sisteminde bir
sosyalist alternatif varken Batı kapitalizmi işçilerini razı etmek ve cezbetmek
için tavizler verdi; eğitim, sağlık, ulaşım gibi hizmetleri ücretsiz kılarak
sınıf atlama imkanları sundu. Sovyetlerin çöküşü ve sosyalist hareketlerin
zayıflamasıyla bu tavizleri verme gereği duymadı, eğitim yoluyla sınıf atlama
imkanı da özel üniversitelerin burslu kontenjanlarına kadar daraltıldı. İngiliz
ekonomi sosyoloğu Bob Jessop bunu tek ulus’tan ikili ulus’a geçiş olarak tasvir
ediyor: Sosyal refah devleti döneminde tüm ulusa bu imkanlar sunulurken,
neoliberal dönemde ulus ikiye bölünüp küçük bir azınlığa sunulur oldu ve başaran
küçük azınlık başaramayanlara gösterilerek “Bak o mor inek başardı, sen
başaramadın. Sen de farklı olsaydın, çok çalışsaydın sen de başarılı olurdun” denilmekte.
Yukarıda alıntıladığım paragrafın ikinci cümlesine dair ise Keynesyen ve Keynes ile Marx arasında bir sentez arayışı olan ve yakın durduğum post-Keynesyen yaklaşımın, Marksizm gibi bir ideoloji olmadığını, sadece Makroekonomi’ye dair bir çerçeve sunmaya çalıştığını söylebilirim. Yani post-Keynesyen yaklaşım, Marksizm gibi, tarihe, psikolojiye, sosyolojiye, antropolojiye, devlete, siyasete dair kendi içinde tutarlı olmaya çalışan ve her şeyi açıklamaya çalışma çabası içinde olan bir ideoloji değil. Sadece işsizlik, enflasyon, kamu bütçesi, faiz, yatırım, cari açık gibi makroekonomik fenomenler arasındaki ilişkileri anlamaya ve verili koşullar içinde sosyal refahın nasıl adil bölüşülüp artırılabileceğine dair politikalar öneren ‘mütevazı’ bir çaba. Dolayısıyla bakış açısı ve imkanları kısıtlıdır. Ama her post-Keynesyen iktisatçının kendi meşrebince bir devlet, toplum, sosyoloji anlayışı ve varsayımları var. Milliyetçi post-Keynesyenler de var, liberal devlet anlayışına yakın olanlar da. Küreselleşmeyi dönüştürmekten, demokratikleştirmekten yana olanlar da var, küreselleşmeye karşı olanlar da.
Bu noktada şunu sıkça vurguladığımı da hatırlatmalıyım: Kamu istihdamını ve kamu yatırımlarını ekonomiyi istikrara kavuşturması ve eşitsizliği, yoksulluğu, işsizliği azaltması için öneriyoruz fakat Türkiye pratiğine baktığımızda bu enstrümanlar tam tersi yönde kullanılıyor. Örneğin Prof. Erol Katırcıoğlu, 1991’de DYP-SHP koalisyonunda Başbakan Erdal İnönü’nün ekonomi danışmanlığını yaparken, KİT’lerin hammadde ve girdileri maliyetlerinin altında holdinglere satıp holdinglerin aşırı kar yapmalarına imkan sağlarken, oluşan görev zararını artan bütçe açığı üzerinden vergi olarak yurttaşlara bindirildiğini tespit etti ve “Bana kalsa KİT’leri bedava satarım” dedi. Bir diğer örnek, AKP dönemindeki çifte maaaşlar ve hem AKP döneminde hem de öncesinde yeterince erk sahibi olan koalisyon ortağı partilerin kamu kurumlarına yandaşlarını doldurması durumu. Her iki örnek de kamu yatırımı ve kamu istihdamının eşitsizliği artırıcı etki gösterdiği durumlar. Dolayısıyla demokratikleşmiş ve karar alma süreçleri adem-i merkezileşmiş (yerelleşmiş), iktidarın parçalandığı bir devlet gerekiyor bu önerilerin hedeflediği sonuçları üretmesi için. Ama devletin demokratikleşmesi, nasıl demokratikleştirileceği tartışması post-Keynesyen iktisadın haddini ve sınırlarını aşıyor. Her post-Keynesyen iktisatçı, kendi demokrasi algısına ve ülkesine göre bir siyasi pozisyon alabiliyor.
Nevzat Bey,
yazısının sonunda şunları söylüyor:
“Talep edilmesi
gereken, insanlığın mevcut gelişkinlik düzeyine göre belirlenecek temel
ihtiyaçların bedelsiz karşılanmasının bir yurttaşlık hakkı olarak tanınması ve
bunların karşılanmasının devletin temel sorumluluğu haline getirilmesidir.”
O zaman şu soru
gündeme gelir:
Kamu istihdamı ve
yatırımları yoluyla istihdamın ve ücretlerin artırılması gibi Keynesyen sosyal
refah politikalarının uygulanmasını mümkün kılacak bir “daha eşitlikçi bir
düzen tarafından tehdit edilmesi durumu” yok ise, temel ihtiyaçların
karşılanmasını yurttaşlık hakkı olarak devletin sorumluluğu haline getirmek
niye mümkün olsun?
İlki mümkün
değilse, ikincisi de pek ala mümkün değildir?
Fakat benim daha
çok mesele ettiğim, devrimi ya da dünyanın herhangi bir yerinde yine
kapitalizme alternatif olarak tehdit olabilecek sosyalist bir rejimin
kurulmasını beklemek zorunda mıyız sosyal refah politikalarını uygulamak ve uygulanmasını talep etmek için?
Ya da bu
politikaların uygulanması gerçekten devrim ihtimalini bertaraf mı ediyor?
Devrim için illa işçi sınıfının sürünmesi mi gerekiyor? Ben pek emin değilim.
Ben kendi adıma,
şimdi insanların hayat şartları nasıl iyileştirilebilir sorusunun ve
siyasetinin ve dayatılan yoksulluğun bilimsel bir temeli olmadığının ifşasının
peşindeyim.
1 Temmuz 2024 Pazartesi
Özgür Özel’in bölgesel ve sektörel asgari ücret önerisine dair
Yıllardır faiz artsın ki yabancı gelsin, aşırı talep var kısılmalı, asgari ücret artarsa enflasyon daha çok artar alım gücü düşer diyip ve Mehmet Şimşek’e 'vatan meselesi' kisvesi altında destek kampanyaları düzenleyip geçtiğimiz hafta asgari ücret artışından yana beyanlarda bulunan, temel hedefi enflasyonu talep ve ücret kaynaklı gösterip emeği baskılamak ve tekelleşmeyi, finansallaşmayı artırmak olan enflasyon hedeflemesi uygulamasını savunagelmiş Özgür Demirtaş, Selva Demiralp ve hukukun üstünlüğünü gelsinler diye istediği yabancı sermayenin kazanacağı faiz gelirini eleştirmeye başlayan, aşırı karların enflasyona katkısını gizlemek için “firmalar gelecekteki maliyet artışlarını fiyatlarına yansıtıyor” dedikten 6 ay sonra açgözlülük enflasyonunu kendi bulmuş gibi poz veren Mahfi Eğilmez’in desteklerken apolitik ve politika üstü, objektif konumlarını yitirmedikleri partileri CHP’nin Genel Başkanı Özgür Özel “geçim yoksa secim var” sloganıyla miting düzenledikten 1 gün sonra bölgesel ve sektörel asgari ücret önerdi.
Tutarlılığın, tefekkürün, kendine dışarıdan bakmanın norm olmaktan çıktığı bu tuhaf zamanlarda bu tür karakterlerin aktörleşmesinin analizini sosyal-psikologlara bırakıp bölgesel ve sektörel asgari ücret uygulamasının olası sonuçlarını tartışalım.
Her ne kadar CHP’nin 2023 genel seçimlerini kaybetmesine sebep olan anaakım iktisatçıların kemer sıkma önerilerine mesafe alıp yerel seçimleri kazanmasına vesile olan Prof. Dr. Yalçın Karatepe’nin bakışını tam yansıtmasa da, Özgür Özel’in bu önerisi ücretlere sadece maliyet olarak bakan anaakım yaklaşımdan neşet ediyor.
Bu tüm derdi sömürüyü bilimsel kılıf uydurarak aklamak olan anaakım yaklaşıma göre işsizliğin de enflasyonun da müsebbibi, ücretlerinin düşürülmesini kabul etmeyen isçilerdir. Ücretler düşürülürse firmaların daha çok isçi alacaklarını sanacak kadar gerçekçi olan bu teoriye itimat eden iktisatçılar, talebin her artışının fiyat artışıyla karşılık bulduğunu zannediyorlar. Oysa satışlar artmadığı sürece firmalar aynı sayıdaki işçiye daha düşük ücret ödeyerek karlarını artırmayı düşünürler, sırf ücretler düştü diye extra işçi alımına gitmezler- ki ücretler düştüğünde satışlar da düşer ve işçi çıkarırlar çünkü talebin temel kaynağı ücretlerdir. Stoklanamayan ve hemen yeniden üretilemeyen ürünlerde ve arz kısıntısı durumlarında talebin artması fiyatların artmasını tetikler, diğer durumlarda ve yeterince rekabet ve atıl kapasite varsa, üretim artışını tetikler.
Bir firmanın işçisinin başka bir firmanın müşterisi olduğunu, bir firmanın ücret maliyetlerinin diğer firmaların hasılat kaynağı olduğu gerçeğini hatırlayıp ekonominin tek bir firma ve tek bir üründen müteşekkil statik bir yapı değil, finansal akışların olduğu dinamik bir döngü olduğunu kavradığınızda asgari ücreti düşük tutmanın, bölgelere veya sektörlere göre ayrıştırmanın anaakım teorinin beklediği sonuçları üretmeyeceği de berraklaşır.
Bu uygulamanın olası sonuçlarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Asgari ücreti bir veya birkaç bölgede ve sektörde düşük tutmak, bu bölgelerde ve sektörlerde çalışan işçilerin alım güçlerini, tüketim harcamalarını baskılayacağından, onların satın aldıkları ürünleri üreten diğer sektörlerdeki ve bölgelerdeki firmaların hasılatlarını düşürür. Düşen hasılatlardan dolayı artırılamayacak olan üretim işsizliği artırarak, işçilerin asgari ücretin yüksek olduğu sektörlere ve bölgelere yönelmesini boşa çıkarır çünkü bu yönelinen bölgelerdeki ve sektörlerdeki ücretleri baskılayarak asgari ücreti düşük tutulan sektörlere ve bölgelerdeki ücretlere yakınsatır ve hedeflenen sonuca varılmamış olunur.
2. Düşük tutulan ücretler ve alım gücü verimliliği baskılar, baskılanan verimlilik şimdiye değin olduğu üzere enflasyonu yukarı yönlü destekler.
3. Ücretlerin düşük tutulduğu bölge ve sektörlerdeki işçiler, yaşam standartlarını koruma saikiyle yapılan borçlanmayı ve bu nedenle finansal istikrarsızlığı daha da artırır.
4. Ülke ekonomisini, daha verimli üretim teknolojisine geçişi gereksiz kılarak hâlihazırda muzdarip olunan emek-yoğun üretime daha çok sabitler.
5. Firmalar sırf ücret maliyetleri görece düştüğü için fiyat indirimine gitmeyeceklerinden dolayı asgari ücretin düşük tutulduğu sektörlerdeki ve bölgelerdeki firmaların kar-marjı fiyatlaması yükselir, haksız rekabet avantajı yaratılır.
6. Eğer seçilecek sektörler ihracat yapan sektörler olursa, ihracat fiyat esnekliği ve rekabeti yüksek ürünlere yoğunlaştığından hâlihazırdaki ihracatın miktarını değil, ihracatçıların karlarını destekler.
7. Artan ücret eşitsizliği hâlihazırda zaten yüksek olan eşitsizliği daha da körükler.
8. ‘Eşit işe eşit ücret’ ilkesi ve adalet duygusu zedelenir.
Özetle bu öneri, ülkenin ihtiyacı olan eşitlikçi ve demokratik kalkınma perspektifinden mahrum olduğu gibi hedeflerini gerçekleştirme yetisinden bile yoksundur. İşsizliği ve enflasyonu düşürmek, tam tersine ücretleri yoksulluğu bertaraf edecek ve verimliliği artıracak kadar yükseltmekten geçiyor.