7 Mart 2024 Perşembe

İnci Taneleri dizisi üzerine

Alanım olmasa da, biraz dikkatli bir izleyici olmamdan, biraz da sosyolojiden az da olsa anlıyor olmamdan cesaret alarak İnci Taneleri dizisi üzerine birkaç mütevazı laf etmek istiyorum. Sanat eleştirisine hakim olanların sert itirazlarını da davet ederek tabi…

“Bir dizi niye bu kadar tutuldu?”, “Seyirci dizide neye bağlandı bu kadar?” diye merak edip 7 bölümünü izledim. Tayyip Erdoğan’ın da farkında olup kurnazca kullandığı Türkiye toplumunun temel karın ağrısı olan Doğu-Batı (modern-geleneksel) gerilimini ya da bu gerilimi aşıp uzlaştırmayı işleyen diziler tutar genelde Türkiye’de: Asmalı Konak, Çocuklar Duymasın.

İnci Taneleri dizisinde bu gerilim yok. Çok gündem olan Dilber’in dansı da dizinin tutulmasını açıklayıcı değil elbette. Peki o zaman neye tutuldu Türkiye seyircisi?

Belki aşağıda kendimce yaptığım analiz pek de açıklayıcı değildir, alakasızdır. İnsanlar sadece dizi izlemek ve birşeylerin devamını merak etmek istiyorlar? Bilemiyorum…

Önce dizi ile ilgili birkaç eleştirel notumu paylaşayım çünkü oradan bağlayacağım asıl soruya:

1-         Cihan’ın Azem’in oğlu olduğu anlaşılmadan önceki bölümlerdeki sahneleri dizideki olay örgüsünden çok ayrık akıyor. Dizi içinde ayrı bir ada olarak bağlamsız, alakasız konumlanmış sanki? (Biraz dikkatliyseniz, “Azem’in aradığı oğlu olması gerekir bunun” diyorsunuz.) Azem’in özel ders verdiği evdeki çalışan hizmetli kızın abisi, Cihan’ın çetesinin cezaevindeki lideri. Ama birbirinden habersiz, entegre edilmemiş, sonradan “aaa öyle miymiş, ne büyük tesadüf” dedirtecek bağlantılar bunlar. Bazı filmlerde geçmişe sekmeli ve sembolik gizli göndermeler iyi yerleştirilebiliyor. Lübnan iç savaşını çok sarsıcı biçimde anlatan İçimdeki Yangın filmini ya da Gizli Yüz filmini bu konuda çok başarılı bulurum. Bu dizide böyle bir durum yok.

2-         Cihan babasından ortaokulda ayrılıyor. Yedinci bölümde buluştuğu kadın arkadaşına hayat hikayesini anlatırken o sırada 14 yasında olduğunu söylüyor. Ama hem Azem çocuklarının izini bulmasını istediği eski öğrencisi olan polis müdüründen Cihan’ın resmini aldığında hem de Cihan babasını gördüğünde sanki Cihan bebekken, 3-4 yasındayken ayrılmışlar gibi davranıyorlar. 14 yasında bir genç delikanlının yüzü oturmuştur, çok değişmemiştir ve babasını 10 yıl sonra hatırlamakta zorlanmaz.

3-         Azem dışındakilerin de bazı diyalogları Yılmaz Erdoğan’ın şiirlerine bulanmış durumda. Eğreti duruyor o nedenle bazı cümlelerin akışları (kuruluş biçimleri) ve tonlamaları.

4-         Otoriterlik-özgürlükçülük ikileminde boğuşuyor bana kalırsa Azem: 1960larda doğanların çoğunda gözlemliyorum bunu. Sosyalleştikleri 1980lerin baskıcı ortamının tortusu olabilir? (1970lerde doğanlarda ise genelde duygusallık-rasyonellik gerilimi görüyorum. Liberalizasyon ve arabeskin beraber gittiği, kentlileşme sancılarının galebe çaldığı 1990larda sosyalleştiklerinden olabilir?) İzzet’e, Dilber’e, Zerre’ye ve yakın arkadaşı Kasım’a karşı çok kibirli, tepeden bakıyor Azem. Aynı zamanda Piraye’nin abisine, ailesine bir ‘sınıf kini’ ile çatıyor. Bunu yaparken burjuvazinin, zenginlerin dünyasına dair algıyı tek yönlü ve abartılı ele alıyor. Verdiği mesaj şu temel olarak: Çok zenginler ama mutsuzlar ve boş, tatsız, yalnız, gergin bir hayatları var. Yedinci bölümde Azem, “bu büyük villalar falan iyi güzel de, tam ev değiller sanki? Ev ve işyeri arasında birşeyler” diyor.

İşte dizinin bana kalırsa Türkiye seyircisini kendine bağladığı ilk ve ikincisine nazaran daha az etkili olan nokta burası: Zenginlerin mutsuzluğunu görmenin zengin olmayanlara verdiği haz.

Azem’in Piraye’nin abisine kroseleri de bu duyguyu okşuyor. “Tamam biz fakiriz ama küçük evlerimizde, mahallelerimizde doğalız, delikanlıyız ve mutluyuz” hissi rahatlatıyor sanki izleyiciyi?

İzleyiciyi bana kalırsa en çok bağlayan nokta ise izleyicinin, olmak istemedikleri yerde olmak zorunda kalmış, yapmak istemedikleri evlilikleri ve işleri yapmak zorunda bırakılmış Türkiye- ama daha geniş anlamda Ortadoğu- insanının içinde kalmış uhdeleri dizinin gövdesinde görmesi: “Başka bir hayat mümkündü ama olmadı. Bütün bunları ben tercih etmedim” duygusunun Azem’i ve Dilber’i ve etraflarındaki yan karakterleri sarması. Altıncı bölümde, sevgili olup olmadıkları manasında “Biz neyiz?” diye soran Dilber’e Azem, “Birşeylerin kurbanıyız ama neyin kurbanıyız, bilmiyorum” diyor. Yine Türkiye ve Ortadoğu insanının sevdiği ve sarıldığı iki olgu devreye giriyor: Felek ve kader.

Özetle, Yılmaz Erdoğan aslında 2020leri kritik bir yerden yakalıyor:

1990lara kadar kenar mahalleye ve işçi sınıfına ait olan arabesk müzik ve futbol, nasıl bugün beyaz yakalı plaza çalışanı beyaz Türklerin eline geçirilip püritenleştiriliyorsa, Yılmaz Erdoğan da felek ve kader üzerine bina edilmiş arabeski modernleştirip püritenleştiriyor dizide. Yani dizinin tutulması, yine bir gerilime dayanıyor: Alkolsüz bira, kafeinsiz kahve gibi zararsız, estetize edilmiş arabesk…

Sırasıyla oyunculuklarını en çok beğendiklerim:

1-         Ayça- Ülkü Hilal Çiftçi

2-         Zahir- Mustafa Yıldıran

3-         Zerre- Orkuncan İzan

4-         Dilber- Hazar Ergüçlü

5-         Necmi- Onur Akbay

6-         Kamuran- Deniz Erdoğan

1 yorum:

  1. Ben iyi bir dizi izleyicisiyim iki gözüm. Tv kanallarında yayınlanan belli başlı Türk dizilerini izliyorum.
    İnci Taneleri'ni diğerlerinden ayıran ilk mesele özgün bir senaryoya dayanması. Diğerleri ya doğrudan kopya ya da uyarlama.
    Y.Erdoğan iyi gözlemci. Alt sınıfların mağduriyet anlayışını, çaresizliğin içinde kurdukları hayata bakışını iyi gözlemiş. Dizi izleyen alt ve orta,sınıflar dizide hem kendi özlemlerini hem de kendi ezik yaşamlarını görüyorlar. Senin dediğin felek malum kahpedir. Fakirlik mukadderdir. Bunlara ek olarak çaresizlik ve kabullenme de bu felekin kaderin işidir. Arada ama en çok sırıtan senin de çok iyi saptadığın gibi Azem'in etrafındaki herkese kibirli davranış gösyermesi. Berbat ki ne berbat.
    Sevgiler

    YanıtlaSil