14 Ocak 2010 Perşembe

Sınıf ve kimliğin direniş “çokluğunun” öncüsü kadın hareketi

Ulus içi ve uluslararası göçlerin sonucuyla ve ulus –devletin kriziyle farklılıkların bir arada yaşaması sorununun dünyanın birinci gündeme taşındığı postmodern zamanlarda kimlik sorunlarını konuşmaya odaklanırken sınıf, yoksulluk-sömürü meselesi gündemimize girmiyor. Tuzlada’ki işçi ölümleri ve onların çalışma ve yaşam koşulları -yine onları da kesen- Kürt sorunu ve başörtüsü yasağı kadar ilgimizi çekmiyor. Bundan öncesinde ise kimlik sorunları aynı kaderi paylaşıyordu. O zamanlarda da kimlik-kültür problemlerinin sosyalist devrimle kendiliğinden çözüleceği varsayılıyordu. Kadın veya Kürt, bu sorunlarını unutarak önce sınıf mücadelesinin taşıyıcısı olmak durumundaydı. Şimdi ise kadınların ve/ya Kürtlerin vs. sınıfsal konumları ıskalanıyor. (Bu yazı, bu noktada kendi eksiğimin giderilmesi çabası olarak da okunmalıdır.)



Örneğin Genelkurmay’ın Gülen cemaati ile çatışması –haklı olarak- önemli bir demokrasi problemi olarak tartışılırken, karşıt konumlanışla cemaatin idealize edilip demokrasi unsuru olarak lanse edilmesinden öte, işçilerin sendika üyesi oldukları için işten kovulmaları dert edilmiyor. Bu, kuşkusuz demokrasinin iktisattan arındırılmasından, demokrasinin/yurttaşlığın iktisadi boyutunun bastırılmasından ileri geliyor.



Bu noktada üç yaklaşım mümkün olabilir. Birincisi liberal-çokkültürcü zihniyete içkin bir bakışla, kimlik ve iktisat-sınıf meselelerini ayrı, bağımsız kategoriler olarak ele almak ve onlarla tek tek ilgilenmek. İkincisi otoriter zihniyet içerisinden birini diğerine indirgemek... Üçüncüsü ise bunlar arasındaki bağlantıları, geçişgenlikleri görmek ve böylece birleştirmek...



Bu üçüncü yaklaşım ise şöyle bir aksiyomdan hareket edildiği vakit mümkün: Sınıf ilişkileri sınıfın ötesine taşındı. Transclassical (sınıf-ötesi) diyebileceğimiz bu durumda sınıflar birbirleriyle sadece sınıf ilişkileri kurmuyorlar. Ayrıca sınıf ilişkileri de sadece sınıflar arasında tecelli etmiyor. Başka bir ifadeyle, sınıflara sınıf-dışı tekniklerle-teknolojilerle tahakküm edilirken; sınıf-dışı aktörlere de sınıfsal tekniklerle uygulanan tahakkümler de söz konusudur. Çünkü, "kapitalizm, emek gücü arasında, emeğin değerini düşürmek için ırkçı ve cinsiyetçi ayrımlar-tabakalaşmalar üretmekten geri durmaz." (Wallerstein & Balibar, Irk-Ulus-Sınıf, Metis Yay.) Bu durumların arka planında sömürünün fabrika duvarlarını aşıp kol emeğinin ötesine geçmesi yatmaktadır. Negri bunu “fabrika işçisinden toplumsal işçiye geçiş” olarak tarif ediyor. (Yıkıcı Politika, Otonom Yay.)



Bunun sosyo-politik düzlemdeki yansıması, çoklu sömürü hiyerarşisi içindeki “intersınıfsallık” (sınıflararasılık) durumudur. Çok küçük bir azınlık sadece sömürürken ve yine %10-15 civarında bir kesim sadece sömürülürken; dağınık sömürü ağları çerçevesinde toplumun büyük bir kesimi bir başkasını sömürmesine karşılık aynı anda başkası tarafından sömürülüyor olduğundan, sömürü meselesi –çoğunluk adapte olduğundan- politik alanda tartışma konusu olmuyor. Dolayısıyla sömürü miktarını-pazarlıkları belirleyen faktörler olarak statü, prestij gibi unsurlar politik fay hatlarını daha fazla belirliyor. Böyle bir dünyada farklı sınıflar birbirleriyle kimlik ilişkileri de kurarken, kimlik kategorileri arasında da sınıfsal ilişkiler tecelli ediyor. Bu çapraz ilişkilerin çarpışmasıyla statü ve prestijler yeniden üretiliyor, sürekli farklılaşıyor...



Örneğin başörtüsü özgürlüğüne karşı çıkıştaki sınıfsal eşitlenmeme isteğinde olduğu gibi belli alt yaşam ve çalışma koşullarına belli kimliklerin hapsolması, İstanbul ve Anadolu burjuvazileri arasındaki çatışmalar ve göçebe işçiler ile yerli işçiler arasındaki gerilimler, bu sınıf ile kimliğin iç içe geçmesinin somut örnekleridir.



Kaç zamandır hem sınıfları kendi içlerinde bölen, hem de farklı sınıflar içerisindeki grupları bir araya getiren bir kimlik siyaseti var. Kapalı kimlik yapıları olarak cemaatler ise, hem kendi içindeki sınıfsal hiyerarşiyi örtmesi hem de sömürü düzeninden daha fazla pay kapma veya “piyasaya karşı korunma aracı olması” (Touraine) bakımından sınıf-kimlik ilişkisi noktasında önemlidir.



Aynı zamanda cemaatler sömürü mücadelesinde handikap niteliği taşımaktadır. Fakat bu, cemaat içi ilişkilerin sınıfsal dili-kapasiteyi ve bilinci törpülenmesinden ziyade; kapitalizme karşı daha sonuç alıcı olan- kapitalizm içi mücadele alanı olarak- yurttaşlığı törpülemesinden ileri gelir. Tarihte de “kapitalizme karşı başarılar sınıf söylemini değil haklar söylemini edindiğinde başarılı olabilmişlerdir.” (Demokrasi ve Kapitalizm; H. Gintis, S. Bowles, Ayrıntı Yay.) Çünkü açık ki, sınıfsal dil ve bilinç meseleyi kapitalizmin “yutarak genişlediği dışarıya” taşırırken; yurttaşlık diline tercüme edildiği vakit içerden daha etkili direnişler örgütlemek mümkündür. Hem kapitalizmin günümüzde bir “dışarısı” bırakmadığı, her yeri içerlediği (İmparatorluk; Negri & Hardt, Ayrıntı Yay.), hem de Gramsci’nin “hegemonya” analizi düşünüldüğünde; hegemonyayı ancak içerden kırmanın, direniş alanını kitleler ve normlar bazında geniş tutmanın mümkün olacağı görülecektir. Nitekim mevcut normları sorunsallaştırmak ve yerine yenilerini idame etmek, “başkalarını” yanına alan bir demokrasi-hak mücadelesi ile mümkün. Bu, tüm ezilenlerin- “toplumsal işçilerin”- birlikteliğine, “çokluğa” (Negri) işaret eder... Özgürlük ve eşitliğin kurumsallığı olarak yurttaşlık, “çokluğun” ortak zeminidir. Zaten sınıfsal mücadele ve başarılar da (daha fazla) yurttaşlaşmaya götürmüştür... Kritik husus, demokrasi ile iktisadı yeniden birleştirmek; iktisadi kararların siyasetini yapmak... Çünkü mevcut salt kimlik temelli dağınık toplumsal hareketler sistemin değişimini zorlayacak nitelikte değiller.



Fakat karşımızda bu “çokluğun” öncülüğü gibi bir problem var... Erol Katırcıoğlu Taraf’taki köşesinde iki yazıda bunun üzerinde durdu; "illa da emeğin öncü olmaması gerektiğini

" savundu. Bizce emek ve kimlik eksenlerinin en sert kesiştiği-birleştiği özne olarak kadın hareketi, “çokluğun” öncüsü olabilir ve olmalıdır. Çünkü “toplumun en derinlerine indiği ve geri çevrilemez olduğu için en devrimci hareket, son 20 yılda yükselen kadın hareketidir.” (M. Castells) Direnişlerin en sert kesişen yerde ortaklaşmasının yüksek imkanı ve verimliliğinin yanı sıra, mülkiyet ve tahakkümün erkeklikle olan ilgisi de kadının öncülüğünü destekler... Mülkiyet ve tahakküm, “üretim” faaliyetinde billurlaştığından “üretimi aşan” yaratıcı-kafa emeği temelli bir bilgi ekonomisinin öncül temelleri de feminist devrimden azade değildir. Potlaç, ilkel toplumlar, üretimin başlaması-yerleşiklik ve aile üzerinden antropolojik bakış da bu noktayı destekler. Hepsinden öte kadın-erkek eşitliğini, kadının özgürleşmesini içermeyen bir yurttaşlık / “çokluk”, eksik ve zararlıdır... Çünkü en derin ve içselleştirilmiş eşitsizlik/tahakküm ilişkisi, erkek egemenliktir... Yani aslında altyapı “erkekliktir”...



23.05.2009

http://www.siyar.org/

Hiç yorum yok: