16 Eylül 2024 Pazartesi

Güçlü kamu ekonomisi, zayıf devlet: Marksizm, devrim, demokrasi

Anaakımcılar karşısında Marksist iktisatçılar ve post-Keynesyen iktisatçılar arasındaki farka vurgu yaparak başlayayım önce.

Bana öyle geliyor ki, anaakımcı iktisatçılar Marksistleri toplum nezdinde pek de mümkün olarak algılanmayan uzak bir ütopya sundukları için kendilerine ciddi bir tehdit olarak görmüyorlar. (Bunu Marksistleri küçümsemek için değil, anaakımcıların kibrini vurgulamak için söylüyorum.) Marksist iktisatçılar da anaakımcıların teorilerinin ve önermelerinin mevcut kapitalist ekonomide geçerli olduğunu sanıp “Sizin düzeninizde enflasyon talep ve ücret kaynaklı olabilir. Bütçe açığı dediğiniz gibi faizi ve enflasyonu artırabilir, ama bizim düzenimizde böyle olmayacak. Biz başka bir iktisadi düzen tasarlayacağız” diyen bir konumdalar. Dolayısıyla neoliberal anaakım iktisada sadece emek-karşıtı olmak üzerinden itiraz geliştiriyorlar.

Fakat post-Keynesyen iktisatçılar olarak, hem anaakım teorinin kapitalist ekonomiyi yanlış anladığını ve anlattığını vurguluyoruz, hem de emek lehine olacak politikaların imkansız ve zararlı olduğuna dair iddialarının yalan olduğunu ortaya seriyoruz. Dolayısıyla kendileri için Marksist iktisatçılara nazaran daha büyük bir tehdit arz ettiğimizden Marksist iktisatçıları muhatap alırlarken, yalanlarını ve tutarsızlıklarını ifşa eden post-Keynesyen iktisatçıları tamamiyle görmezden geliyorlar (akademide de, sosyal medyada da).

Kusura bakmasınlar ama paranın içselliğini (yoktan yaratılmasını) önemsememiş, kavramamış durumda çoğu Marksist iktisatçı. (Bunda Marks’ın M-C-M’ meselesini yakaladığı halde finansı Kapital’in 3. Cildine atacak kadar önemsemeyip, artı-değerin türevi ve ‘hayali sermaye’ görecek kadar küçümsemesinin ve ödünç verilebilir fonlar teorisine itimat etmesinin de (bkz. Kapital 3. Cild, 25. Chapter) büyük payı var.) Paranın içselliği kavranmayınca da anaakımcıların “enflasyon para basmaktan ve talepten dolayıdır“ yalanına da kanıyorlar. KKM’ye tıpkı anaakımcılar gibi, „para basılacak enflasyon yaratacak“ demeyen saygın Marksist iktisatçı yoktu mesela.

Post-Keynesyen bir makro iktisatçı olarak temel derdim, yoksulluğu, işsizliği ve eşitsizliği şimdi minimize edecek politikaları ve bunun teorik altyapısını sunmak. Bunu da kamu bütçesini, bu hedefler doğrultusunda tasarlamak ve bunun önünde anaakımcıların söyledikleri finansman kısıtlarının olmadığını göstermek.

Bunun devleti güçlendireceği eleştirisi getirilebilir. Fakat devleti ekonomik olarak küçültmeyi önerenlerin politik olarak güçlü devletten yana olduklarını ve devletçi olduklarını vurgulamak gerekiyor. Sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede anaakımcılar egemen kimliğe mensup iken siyasi olarak devletlerini pek severler ve çıkarlarını savundukları küresel tekelci finansın lehine politikalarını dayatan devletlerini eleştiren bir siyasi hat izlemezler. Merkez Bankası başkanının görevden alınması dışında itiraz ettikleri bir husus olmamıştır. Daha önemlisi, devleti ekonomiden çeken neoliberal politikaların uygulanması, askeri darbelerle ve devletin zor gücüyle başarıldı.

Yeniden bölüşümcü, emek yanlısı sosyal refah politikaları politik olarak zayıf devleti gereksinir çünkü güçlü devlet, kamu yatırımı ve kamu istihdamı gibi enstrümanları sermaye ve işçi sınıfını kendi lehine bölüp eşitsizliği artıracak şekilde tasarlayacaktır. Türkiye iktisadi tarihi bunun en berrak örneğidir. Fakat daha önemlisi, sosyal refah devletinin bütçesini yapacak olan Meclis ve o Meclis‘e baskı kuracak sosyal hareketler ne kadar çoğulcu ve bürokrasiye karşı ne kadar güçlü ise, çıkacak sonuç da o kadar toplumun geniş kesimlerinin lehine olacaktır. Bütçe Meclis’ten geçtiği anda zaten para Hazine’nin bankası MB tarafından yoktan yaratılmış ve ilgili bakanlıklara aktarılmış oluyor. (Pandemi ile mücadele için 2020 Mart‘ında Almanya’nın 2019 vergi gelirinden sadece 40 milyar Euro düşük olan 750 milyar Euro tutarındaki paketi ve ABD’nin 3 trilyon Dolar tutarındaki paketi, yine ABD Senatosu’ndan Ukrayna’ya silah vs yardımı onaylanması, Alman Meclisi'nin yıl içerisinde Alman ordusuna modernizasyon için Haziran 2022’de ayrılan 100 milyar Euro tutarındaki ek fon, ABD Senatosu’nın Haziran 2023’te kamu borç tavanını yükseltmesi, Eylül 2024’te Intel’e ayrılan 3.5 milyar Dolar tutarındaki hibe, 2008 krizi sonrası büyük firmaları kurtarma paketleri, miktarsal genişleme (quantitative easing) programı ile alınan trilyon Dolar düzeyindeki tahviller vs hepsi, vergiler ve kamu borcu artırılmadan meclislerin onaylamalarıyla yoktan yaratılan meblağlar idi).

O halde, bu parayı yoktan yaratan kamu harcamasını tasarlayacak Meclis’in demokratikleşmesi, güçlenmesi ve çoğulculaşması gerekiyor ki, bütçe toplumun geniş kesimi lehinde sosyal politika tasarlanıp uygulanabilsin. Bu güçlü demokrasi, güçlü kamu ekonomisi ve politik olarak zayıf (baskıcı olmayan) devletin en güçlü örneği, sendikaların şekillendirdiği İsveç sosyal refah devletidir.

***

Nevzat Devrim Önal, 19 Temmuz tarihli blog yazıma 8 Ağustos tarihli cevabında “Refah politikalarını savunmak için devrimi mi beklemeliyiz? yönündeki soruma “Hayır. Refah politikalarını savunmak için devrimi beklemeye gerek yok. Ama bu politikaların gerçekçi biçimde talep edilebilmesi için düzene tehdit oluşturan, basınç yaratan güçlü bir devrimci mücadelenin varlığına ihtiyaç var” derken, burjuva demokrasisinde son kertede işçi sınıfına kendi siyasetini yapmasına izin verilmeyeceğini vurguladı. Bu tartışmanın Ralph Miliband ile Nicos Poulantzas arasındaki ‘devletin görece özerkliği’ tartışmasının küçük bir izdüşümü olduğunu söyleyip ilgi duyanları o tartışmaya yönlendirip bazı önkabullerimi sıralayayım:

1-         Günümüzde salt iki sınıf arasında bir çatışma olduğuna ikna değilim. Sınıf ilişkileri çok daha çetrefilli bir hale gelmiş durumda. Dünyaya parçalanarak yayılmış üretim süreci içinde en tepedeki en zengin %10 ile en alttaki %10 haricinde kalan %80’in hem sömürülen hem sömüren konumunda olduğunu düşünüyorum (Bu rakamlar tartışılabilir). Yani Alman ya da Amerikalı bir işçi, Hindistanlı, Bangladeşli bir sermayedarı sömüren bir konumda. Benzer durum, bir ülke içinde azınlık kimliklere mensup sermayedarlar ile egemen kimliğe mensup işçiler için de geçerli. Öyle olunca „Ezilenlerin Sosyalist Birliği“ gibi laflar pek kimseyi cezbetmiyor, çünkü çok küçük bir azınlık dışında kimse ezildiğini düşünmüyor- ki zaten birilerini sömürdüğünün ve düzenden nemalandığının da farkında. Ayrıca işçi sınıfı ve sermaye sınıfı da kendi içinde gelir gruplarına ve kimliklere bölünmüş durumda. Karşımızda her zaman birbirine bilenmiş iki sınıf yok. Kimlik krizinde aynı kimliğe mensup farklı sınıflar yanyana gelirken, sınıf krizinde aynı sınıfa mensup farklı kimlikler yanyana gelebiliyor. Bu okumaya dayanarak, Herbert Gintis ve Samuel Bowles’in „modern tarihte sınıfsal talepler yurttaşlık talebine tahvil edildikleri ölçüde başarılı oldular“ şeklinde özetleyeceğim önermesine katılıyorum. Sınıfın bugün iktisadi ve sosyolojik bir olgu iken siyasi bir olgu olmadığını hatırladığımızda, sınıf siyasetinin yurttaşlık siyasetiyle buluşmasının ciddi potansiyelleri olacağını da gözden kaçırmamak gerekiyor.

2-         Sınıfsal çelişkilerin keskinleştikçe işçi sınıfının bilenip devrimci bilincinin güçleneceği, devrim ihtimalinin güçleneceği beklentisinin yerini kimlikçi aşırı sağın yükselişinin sebep olduğu hayal kırıklığına bırakması da temel olarak sınıfların çetrefillenmiş olması ve bölünmüş olması ile alakalı gibi geliyor bana. Fakat bir o kadar da belirleyici faktör, birçok sosyal-psikoloji çalışmasının ortaya koyduğu üzere öfkenin değil umudun birlikte hareket etmeyi, örgütlenmeyi tetiklediği olgusudur. Dolayısıyla, bugün sosyal refah politikalarını savunmak ve gerçekleştirmek, ‚palyatif‘ çözümlerle devrim ihtimalini bertaraf etmek değil, işçi sınıfına özgüven kazandırarak değişime dair umudunu beslemek olacaktır çünkü insanlar şimdi hayatlarına değecek çözümlere daha çok ilgi gösterirler.

Bunlara dayanarak, güçlü bir sınıf siyasetini sadece korkunç bir yoksullaşmayla karşı karşıya olan çalışanların kazanımları için değil, demokrasinin kalitesinin ve içeriğinin güçlendirilmesi için de elzem görüyorum.

Benim bugün önerdiğim sosyal refah politikaları elbette 1970lere ve o günün bakışına göre gericidir. Ama o kadar mevzi kaybedildi ki, bugün bu talepler devrimci kalmaktadır. Benzer bir durum, Türkiye için „Kimse 365 gün iddianamesiz, delilsiz tutuklu kalmasın.“ gibi basit bir talebin radikal devrimci bir talep haline gelmesinde de yaşandı. Burjuva demokrasisi diye burun kıvrılan kazanımlar budandığından beri nefes alamaz oldu ülke. Daha çok önemsediğim husus ise, ifade özgürlüğü, suçun bireyselliği, masumiyet karinesi, protesto hakkı, eşit oy hakkı, tarafsız yargı vb. bu kazanımlar her ne kadar liberal ‚idea’lar olsalar da, işçi hareketlerinin, kadın hareketlerinin ve sosyal hareketlerin mücadeleleriyle anayasal ve yasal güvence altına alındılar. Bunları küçük ve palyatif görmek, işçi sınıfının mücadele tarihini de küçük görmek gibi geliyor bana.

Hiç yorum yok: