Büyümenin, yatırımın demokrasi ve hukuk ile ilişkisi
Yabancı sermayenin Türkiye’yi terk ettiği son yıllarda güncel tartışmalara
konu olan büyüme, yatırım ile demokrasi arasındaki çetrefilli mesele, iktisat
literatüründe geniş bir yer tutuyor. Anayasa Mahkemesi’nin TİP Hatay vekili Can Atalay için hak ihlali kararı vermesi sonrasında
Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin AYM hakkında suç duyurusunda bulunması sonrasında
anaakımcı iktisatçılar, “yabancı sermaye gelmeyecek” ferevanında bulundular.
Tabi buradaki temel stratejik kaygılarının, 4 ayda %8.5’tan %35’e getirdikleri
politika faizinin o çok istedikleri yabancı sermaye çekişini ve bu sayede kuru
ve enflasyonu düşürmeyi başaramamış olmasına kılıf uydurmak olduğunu
vurgulamalıyım.
Diğer tonlarca hak ihlaline itiraz etmemelerinden belli ki, püriten
anaakımcı iktisatçıların demokrasi ve insan haklarına bakışları, yurttaşların
özgürlüklerini değil; yabancı sermayeyi çekmeyi dert ediniyor. Yabancı
sermayeyi kaçırmadığı sürece hükümet/devlet istediği kadar hak ihlali yapabilir
bu bakışa göre.
Bu feravanlara ise daha ziyade Marksist cenahtan, “sermaye hukuka bakmaz”
temelinde itirazlar geldi.
Ben, bu itiraza büyük ölçüde hak vermekle beraber bazı rezevlerim var.
Bunları vurgulamak istiyorum…
Ülkedeki hukuki düzene, siyasal istikrara bakmayacak olan sermaye, bir
bilgisayar tuşu ile tahvil ve hisse alacak olan ve anaakımcı iktisatçıların
gelmeleri için can attıkları finansal sıcak sermayedir. Finansal sermaye,
doğası gereği kısa-vadeli bir ufka sahiptir ve finansal varlıkların gelecekteki
fiyatlarına dair yaptıkları spekülasyon ile kazanç elde ederler. Mülkiyet
haklarını ve sözleşmelerini güvenceye alan asgari düzenlemeler olduğu sürece,
tahvil ve hisse piyasasına girip çıkarlar.
Fakat siyasetin ve hukuki güvencenin büyük ölçüde belirlediği istikrarın,
‘doğrudan yabancı yatırım’ denilen reel yatırım ve yerli reel yatırım için
önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu kararlar daha uzun erimlidir, zira üretim ve o üretimden edinilecek hasılatın geri dönüşü zaman alır ve yatırım
kararı, geleceğin belirsizliği altında alınan bir karardır. O nedenle
olabildiğinde belirsizliğin azaltılması, istikrarın sağlanması, yatırım
kararları için önemsiz bir faktör değildir. Dahası o üretimin yapılacağı
kompleks organizasyonun ve tedarik zincirinin akışlarının sözleşmelerle
güvenceye alınması, iş gücünün eğitim düzeyi, ülkenin hukuk ve demokrasi
kalitesinden azade değil.
Bu, anaakım iktisadın anlatısı ve biraz arz yönlü bir yaklaşım. Çok yanlış değil ama eksik bana kalırsa. Evet, Çin gibi otoriter rejimlere çokça yabancı yatırım gitti fakat, hem tonlarca mülkiyet haklarına dair hukuki sorun yaşadılar hem de giden sektörler, bu riskleri göze aldıracak kadar emek-maliyetlerinin çok düşüklüğünü önemseyecek olan daha ziyade emek-yoğun sektörlerdi. Örneğin Alman otomotiv ve kimya firmaları gitmediler, çünkü hem Almanya’nın ‘karşılaştırmalı kurumsal üstünlüklerini’ hem de sektör-spesifik olan Alman iş gücünün teknik eğitim seviyesinin avantajlarını terk etmeyi, emek-maliyetlerinin düşüklüğüne değer görmediler. Dolayısıyla global doğrudan yatırımların büyük kısmının, gelişmekte olan ülkelere değil, gelişmiş ülkelere gittiği bir tablo var karşımızda.
Katma-değeri düşük, emek-yoğun ama hacim olarak çok yatırım, gelişmekte olan ülkelere giderken; belki hacim olarak düşük ama katma-değeri ve teknoloji-yoğunluğu yüksek yatırımlar gelişmiş ülkelere gitti. (Türkiye’ye gelen doğrudan yatırımların, yeni fabrika açmak yerine varolan tesisleri satın alarak geldiğini, bunun da borsada hisse almaktan farkının bürokratik süreçler nedeniyle prosedür ve zaman olduğunu da vurgulamalı. Hatırlanacağı üzere Volkwagen Manisa’da fabrika açacaktı fakat Türkiye’nin muhalefetinin destek verdiği tezkerelerle sürekli girdiği Suriye savaşının ve diğer politik gelişmelerin sebep olduğu istikrarsızlık nedeniyle vazgeçti. Volkswagen firmasının İş Konseyi’nde söz sahibi olan sendikanın da bu kararı engellediğini not etmeli.)
Benim büyüme ve büyümenin temel motoru olan reel yatırım ile demokrasi
arasında kurduğum ilişki, talebin daha belirleyici olduğu bir post-Keynesyen
yaklaşıma dayanıyor.
Özellikle 2016’dan beri derinleşen otoriterleşmenin de sergilediği üzere,
karar süreçlerinn merkezileşmesi, eşitsizliği artıran bir faktör. Sadece karar
merkezine yakın olanların, devlet eliyle yaratılan ranta eriştiği, ve yine o
merkeze yakın olanların rakip firmalarının devlet eliyle (vergi cezası vb)
tasfiye edildiği, o iktidar merkezine yakın olan firmaların reklam piyasasını
şekillendiren medyaya hakim olduğu, krediye erişimlerinin daha kolay olduğu bir
durum, hem piyasada tekelleşmeyi besler hem de eşitsizliği artırır. İktidara
yakın olan sermayedarın ihale alabildiği, iktidara yakın olan işçinin iş
bulabildiği, diğerlerinin dışarda kaldığı bir durum; ekonomik sirkülasyonun
istikrarlı bir büyümeyi mümkün kılacak şekilde dönmesine engel olur.
Kalecki ve Steindl’dan biliyoruz ki, tekelleşmenin ve onun beslediği
eşitsizliğin yüksek olduğu bir durumda, yatırımlar ve üretim düşük kalır. Çünkü
hem piyasayı domine eden az sayıdaki firma, birim maliyetlerinin üzerine yüksek
kar payı koyabildiklerinden çok üretmeye gerek duymadan yüksek karlar
edinebilirler; hem de böyle bir piyasada işsizlik yüksek, talep düşük
olduğundan yatırımlar güdülenmez.
Büyüme de anca, maaşları baskılanan hanehalklarının yaşam
standartlarını korumak için çekmek zorunda kaldıkları tüketici kredileri
ile ağır aksak ve istikrarsız olur.
Gerek Sol muhalif, gerekse de sağ liberal anaakım iktisatçılarca yeterince
vurgulanmayan, 2018 Cumhurbaşkanlığı seçim yarışına adaylardan sevgili
Selahattin Demirtaş'ın cezaevinden katılmasındaki garabettir. Bu garabet,
yeterince anlaşılmıyor, vurgulanmıyor. Bunun olduğu bir ülkede, sadece
yatırımcı değil, hiç kimse güvence altında değildir ve sadece iktisadi
ilişkiler değil, hiçbir siyasi ve gündelik ilişki sağlıklı kurulamaz, çünkü
aidiyet duygusu zedelenmiştir. HDPlilere ve KHKlılara 2016’dan beri yapılan
keyfi hukuksuzluk, “bize dokunmadığı sürece sorun yok” diyip susan laik
Kemalistleri de içine aldı ve katma-değeri yüksek büyümeyi ve inovasyonları
gerçekleştirecek yüksek eğitimli (çoğu laik) iş gücü de, özgürlükleri
baskılandığı için ülkeyi terk etti.
Yani demokrasi ile büyüme, yatırım arasındaki ilişki, anaakımcıların
sandığı üzere sadece sermaye üzerinden ve arz tarafından yürümüyor; emeğin ve talebin rolü çok daha belirleyici...
Son olarak şunu vurgulayayım:
Türkiye'nin büyümek için yabancı finansal sermayeye ihtiyacı yok. Dışardan
alınan hammadde ve makina-teçhizatın da hepsi olmasa da önemli bir kısmı pek
ala içerde de üretilebilir. Ki zaten, ülke
ekonomisini 2002 sonrasında ithalat bağımlısı yapıp, enflasyonu kura bağlayıp,
sonra da "cari açık veriyoruz kemer sıkmalıyız" diyen; bütçe
gelirlerini de ithalata bağlayıp cari fazla verince bu sefer de "bütçe
açığı arttı, denk bütçe için kemer sıkmalıyız" diyen anaakımcıların o
çok övdükleri, "geri dönelim" dedikleri Derviş programı ile birçok
üretim yapan tesis, özelleştirmelerle bertaraf edildi. Kağıt ve şeker
fabrikaları bunlardan ilk akla gelenler.
Türkiye'nin yeterince güçlü iç talebi varsa (ki kamu yatırımları ve kamu istihdamı ile pek ala güçlendirilir), içerde bankaların yoktan yaratacağı kredilerle pek ala yatırım ve büyüme finanse edilebilir. Kamu yatırımları ve kamu istihdamı için de ne vergi ne de tahvil ihracıyla önceden para toplamak ihtiyacı var Hazine'nin. Kamu harcamasının kendisi para yaratır, sonra tahvil ve vergi ile fazla para geri emilir.
Türkiye'nin yabancı paraya ihtiyacı, içerde üretimi, büyümeyi finanse etmek
için değil, kuru düşürmek içindir…
Özetle, "Tasarruf açığımız var, kemer sıkmalıyız" diyen
anaakımcılar, ne tasarrufun yatırım harcamalarının ve cari denge ile bütçe
dengesinin sonucu olduğunu kavrayabiliyorlar ne de ülkedeki demokrasinin ve
insan haklarının düzeyine dair bir kaygıları var. Merkez Bankası'nın bağımsız
olması ve yabancı sermayenin gelmesi dışında bir dertleri yok. Öyle olmasaydı, hukuksuzluk yapmaya devam edeceğini bildikleri hükümeti,
yeni ekonomi yönetimine kendileri gibi ortodoks neoliberal olan kadroları
atayınca ve faiz artırınca, övmek ve tebrik etmek için sıraya dizilmez,
videolarla destek kampanyaları düzenlemezlerdi.
1 yorum:
Şahane yazmışsın tebrikler
Yorum Gönder